Doğan'ın raporu

Share this history on :



Hak ve Özgürlükler Hareketi
8. Olağan Genel Kongresi’nin Sayın Delegeleri,
Yurt içinden ve yurt dışından gelen saygıdeğer konuklar,
Ekselansları!

Sekizinci Olağan Genel Kongre Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin tarihine değişik değerlendirme ve siyasi nitelemelerle geçecek. Bana göre, partinin bu en yüksek forumu parti yapılanması açısından temelli siyasi boyutlara sahip olacağı gibi, kişisel varoluş anlamı da taşıyacaktır.  
Bugün biz  “dünyaya ilişkin stratejik vizyonumuzda neler olduğu gibi kalmalı ve neler gelişmelidir” sorusuna cevap vermeliyiz? Ve Avrupa siyasi gerçekliklerinin ve bölgesel siyasi alemin dinamiğine göre hangi kısım değişmelidir.  Tabi, bu meta-siyasi taramanın liberal ilkeler, değerler ve siyasi uygulamalar zaviyesinden yapılması gerekir. 
Çağdaş küresel siyasi dünyamızı nitelendiren iki ana temayül mevcuttur. Birinci temayül jeopolitik planda dünyanın tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya doğru hareket ettiği koşuluyla ilintilidir. Başka bir ifadeyle önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde küresel siyasi dünya, geçiş, dönüşüm, değerlerin çok değerlilikliğe doğru ve beşeri toplulukların çok kültürelliğe doğru dönüşüm durumunda bulunacak.
Dünyayı birleştiren ikinci temayül Küresel krizden çıkış yolunun ağırlıklı olarak mali istikrar, büyüme ve istihdam sağlanmasında aranmasıyla ilgilidir, ki bu ancak krizin mahiyetinin küresel hadise olarak doğru tanımlanması yönünde atılan birinci adım olarak uygun strateji olarak kabul edilebilir. Bana göre, krizin nispeten küresel mahiyeti çok daha deruni izdüşümlerine sahiptir, zira iktidar sisteminin Küresel dünyanın hakim parametrelerinin çok kutupluluk ve çok kültürellik yönünde Değişimiyle ilgili açılmış duvarlarının sadece bir tanesidir.  
Bu iki temayül arasındaki etkileşim yavaş, ancak tahmin edilmesi ve yönetilmesi güç, tamamen vazıh mali, iktisadi ve sosyokültürel girdaplar sürecine neden olmaktadır.  
Bu jeopolitik durumda en önemli konu : “AB, bilimin, kilit teknolojilerin ve sosyal alanda yaşam kalitesinin gelişmesinde  “Ufuk 2020” Programı bağlamında  liderlik rolünü garanti etmeyi başarabilecek mi?”  şeklinde tanımlanabilir.
Her şeyden belli ki, “2014-2020 Programı” AB açısından devasa bir meydan okumadır ve sanki önsel olarak açıktır ki, sadece AB’nin bütünlüğü ve üye ülkelerin genel durumu değil, tüm gezegen ölçüsünde iktidar vektörleri ve jeostrateji dengeleri de bu Programın başarılı veya başarısız ifasına bağlıdır.
Eğer bu meydan okuma teknolojik inovasyon ve siyasi üstünlük amaçlı yarışma söylevinde olsaydı olası kötü senaryonun nihai sonuçları bu kadar vahim görünmeyecekti. Ancak Batı dünyasındaki Küresel mali-iktisadi kriz AB’ni alternatifsiz seçim konumuna düşürmektedir, yani : üye ülkelerin hayatta kalma ve kalkınma stratejileri Topluluğun hızlandırılmış liderlik gelişimine ilişkin genel, toplu vektör oluşturmalıdır! Aksi halde Ufuk 2020” Krizden çıkış yolu arayışında sadece konvansiyonel hayatta kalma stratejisi çerçevesinde kalacaktır ve her bir üye ülke kendini bildiği gibi kurtaracaktır. Ve benim AB’nin dünya ölçüsünde liderliği konusundaki çekincelerim asıl bu anlamdadır ….Zira bu direkt olarak Bulgaristan’ın durumunu ve kaderini etkileyecektir.
Çekincelerimi mukayeseli daha tek anlamlı ifade etmek amacıyla “Ufuk 2020” Programının finanse edilmesinin ABD, Çin ve Japonya’nın muadil programlarına nazaran uygun olup olmadığı konusunu yorumlamayacağım. Bu anlamda AB’nin Gayri Safi Yurt İçi Hasılası’nın %1’nin Avrupa’nın dünyadaki liderliğinin korunması ve sağlamlaştırılması gibi böyle bir jeostratejik yatırım için yeterli olup olmadığı konusunda şüphe de ifade etmeyeceğim. Ancak yine AB’nin liderliği bağlamında, belirli üye ülkelerin mali istikrarı ve istihdam koşullarının oluşturulması için Birliğin bütçesinden harcanan kaynakların etkinliğine değinmek istiyorum. Amaca yönelik yapılmalarına rağmen bu yatırımlar hayatta kalma paradigmasında kalmaktadır ve kalkınmada stratejik avantaj sağlanmasında kullanılmamaktadır. Bu vaziyet dönüşlü düzeyde siyasi gerçeklik gücünde olan en az iki tür soru ve çekinceye işaret etmektedir :
     Birinci sırada,  bilimsel araştırmaların yeni ürün ve hizmete dönüştürülmesi
amaç için gerekli olan ilke bazında yeni kilit teknolojilerin oluşturulmasına dair Avrupa bilimsel ve mühendislik potansiyelinin birleşmesinden hala çok uzaktır. Tarihi planda Avrupa’nın liderliğini asıl bilim ve yeni teknolojilere borçlu olduğunu hatırlatmak fuzuli olmayacaktır.
     İkinci sırada, Brüksel’in mali-iktisadi dünyadaki kriz hakkındaki değerlendirmelerinin dünya ekonomisinde daha önce yaşanan buhran sarsıntılarına benzetme olarak yapıldığı “duygusunu” hissediyorum. Dolayısıyla – krizden çıkış/veya çıkışların aranması konvansiyonel düşünme veya hareket etme tarzı çerçevesindedir. Tabi, krizler beşeri tekamülün doğal halidir. Ancak değindiğimiz vakada krizden olumlu çıkış yolu arayışı AB’nin en az birkaç on yıla ilişkin önden giden kalkınma stratejisi seçimine eşdeğerdir.  
     Günümüzdeki krizin bir özelliği Küresel dünyanın yeni gerçeklikleri ve bu arada henüz yazılmamış kuralları şartlarında gelişiyor olması hususudur. Dünya hiçbir zaman bu kadar küresel ve dikey, yatay ve sanal boyutta karşılıklı olarak bağımlı olmadı.    
     Fosil yakıtlara dayalı Karbon ekonomisinin  önceki gelişim aşamalarında gelişmekte olan ülkeler krizlerden çıkış modellerini dünyanın kapitalist merkezinde buluyormuş. Günümüzde durum tamamen farklı, zira taklit etme epey tartışılır. Yükselişte bulunan ülkeler, örneğin Çin gibi, hızlandırılmış modernleşme derecesinde bulunuyor, ancak Karbon çağı ufkunda. İşte bundan dolayı aranan kalkınma modeli tamamen farklı bir yöndür.
    
Klasik batı örneğine uygun modernizasyonun sonucu barizdir :
- sanayileşme /yeniden sanayileşme/, kitlesel üretim ve kitlesel tüketim: dünya kendini yok eden çevre felaketi ve topyekun enerji bağımlılığı eşiğinde bulunmaktadır.
Bu düşünceler ışığında krizden çıkış ile kalkınmaya dair stratejik yol seçimine eşitlik işareti koyarsak, AB’nin liderliği Yeşil sanayi, Yenilenebilir enerji kaynakları, enerjinin dönüşümüne ve muhafaza edilmesine ilişkin ilke olarak yeni yöntemler, biyoteknolojiler, nanoteknolojiler ….vs alanında gerçekleşmelidir, bunu da şartlı olarak Hidrojen ekonomisinde Liderlik  olarak adlandırabiliriz. Başka bir deyişle Avrupa’nın Liderliği iki asır önce Birinci sanayi devrimine ve Karbon ekonomisine ivme kazandırdığı gibi, ancak bir sonraki sanayi devriminin ve yeni ekonominin parametrelerini belirleyebilmesi durumunda anlam kazanır.
     Krizin başında sanki insiyaki olarak krizden sonra dünyanın farklı olacağını anlıyorduk ve burada duruyorduk. Bugün, nispeten daha emin bir şekilde krizin Batı dünyasında çıkmasına ve gelişmesine yol açan nedenlerin çok daha derin olduğunu iddia edebiliriz, zira insanoğlunun Doğadaki konumunu ve insanoğlunun kendisine karşı ve farklılık ile ötekiliğe karşı tavrını ilgilendiriyor. Кarbon ekonomisinin gelişim ve medeniyet kavramlarına soru işareti koyarak ABD ile AB şahsındaki çağdaş kapitalist dünyanın merkezinde gelişim sınırına yaklaştığı aşikardır. Eskimişe alternatifin ve yeni ekonominin gelişmesine dair modelin yine bu merkezde ortaya çıkmasının zaman meselesi olduğunu içtenlikle umut ediyorum.      
     Benim için Küresel krizin aynı zamanda paradigma krizi ve kalkınma modelimizin krizi olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Modernite, modernleşme ve medeniyet düzeyine ilişkin tasavvurumuzun krizi, gelişme yönümüze ilişkin anlayışımızın krizi. İşte bundan dolayı Küresel siyasi çağ kendini nereye doğru gerçekleştireceği konusunda sarsılıyor ve çırpınıyor. Her şeyden belli ki, bu meselelerin meselesi siyasiler ve memurlar tarafından değil, inovasyon ve iktidarın kendini organize eden sistem olarak farklı nitelikte işlevsellik düzeyi hissine sahip mülhem girişimciler tarafından çözüme kavuşturulacaktır.         
Bu bağlamda bir kaç yıl öncesinde meşhur bir Amerikalı finans uzmanı krizin piyasa ekonomisinin kendi kendini düzenlemesine sınırsız imtiyazlar veren, ancak bunun yanlış olduğu anlaşılan neoliberalizme olan inancımızın tali ürünü olduğu savını ortaya attı.
               Sizleri piyasa dünyasının düzenlenmesi/serbestleşmesi konusuyla uğraştırmak istemem. Ortaya koymak istediğim konu somut ve pragmatiktir, yani : AB’de iktidarın kurumsal yapısı Birliğin etkin entegrasyonuna uygun mudur?
Açıktır ki, AB ile üye ülkelerin İktidar sistemi uzun süreli senkronizasyona, ancak bununla birlikte iktidarın her bir düzeyine ilişkin özgürlük derecesinin eksiksiz olarak belirlenmesiyle birlikte “haklar ve geri dönüş bağlantısı”na ilişkin yeni kurallara muhtaç olacaktır.
     Halihazırdaki haliyle AB ile üye ülkelerin iktidar sistemi temel kısmında idealleştirilmiş ulus devletin iktidarının kurumsallaştırılmış yapılarıdır. Bu sistem en iyi durumda “Soğuk savaş” döneminde ve Berlin duvarının yıkılmasından sonra kusursuzlaştırılmıştır, ancak mahiyeti aynıdır. İşte asıl bu anlamda İktidar sisteminin işlevsel yararlılığı konusunda sorunlu durum ortaya çıkmaktadır. Bu sistem, güçlü devlet öznelerinin egemenliğinin güvenli olmayan ve rekabetçi ortamda korunması amacıyla yapılandırılmıştır. İşte bundan dolayı tasnifi altyapısı :
monolitik birlik, kusursuz güvenlik, mükemmel yapılanma, katı merkeziyetçilik ve yetki sıralaması, detaylı mevzuat düzenlemesi, hiyerarşik örgütleme vs’ye
dayanmaktadır.    
Bu iktidar sistemi Avrupa siyasi modernizm ideolojisine uygundur, bundan dolayı bir ideal ulus devlet türümü gibidir. Ancak, 27 devletten ibaret birliğe “hizmet” verebilir mi, hatta “Avrupa Birleşik Devletleri”nin kurulması fikrinin ağırlığıyla ? Bence şüpheli! Zira bu hali ve tasnifi formatıyla bu İktidar sistemi Tarih çağının muhtelif katmanlarını tahrik etmektedir, bu da Birlik içerisindeki gerçek bütünleşme süreçlerine engel teşkil etmektedir
     Hatta bundan da ziyade, bu İktidar sistemi genel siyasi iradeyi ve AB şahsında “Bütünün” hareket etme Özgürlüğünü zedeleyen güncel Siyasi çağın belirli segmanlarının çoğalmasını belirli anlamda cesaretlendiriyor. Zira üye ülkelerin İktidar sisteminin vektörleri ulusal fikrin enaniyeti etrafında çökelmektedir. Ancak etnik milliyetçi vizyon farklılığı ve ötekiliği onaylamadığı gibi, bazı sınır durumlarında “Bütünü” de kabul etmemektedir.      
Böyle bir iddia kanıt gerektirmez. Yunanistan’da ve daha birkaç ülkedeki hadisenin gelişmesini ve İngiltere’de gündeme gelmesi sözkonusu olan AB referandumunu hatırlatmak yeterli. Bulgaristan da, polis diktatörlüğüyle istisna teşkil etmiyor.
İktidar sisteminin konumuyla ilgili bu hususun AB mimarları tarafından öngörüldüğü, bilinmesi gereken ilginç bir gerçektir. İşte bundan dolayı Avrupa fikri vizyonunda İktidar sisteminin öncü ilkesi merkeziyetçilik değil, bölgeciliktir. Bu açıdan, “Bölgeler Avrupası” stratejisinin gecikmiş gelişmesi AB’de kriz hadiselerine yol açan nedenlerin bir kısmıdır.
              Tecrübe bizi, AB’nin Küresel dünyada Liderliğinin garanti edilmesi konusunda daha serbest bir şekilde düşünmeye tahrik ettiyse, İktidar sisteminin hususlarında tedbir amaçlı tasnifi değişim konusunda Siyasi çağın olgunlaştığını düşünebiliriz.              
Bu masumhareket siyasi amaçların belirlenmesine ilişkin özgürlüğe başka bir opsiyon oluşturabilir, buna paralel olarak da – girişimci faaliyetlerin hareketlenmesi ve çok kültürel gerçekliklerin yasallaştırılmasına da yol açabilir.
               Bu bağlamdaki mantığın doğurduğu doğal mesele : Avrupa manevi geleneği, güncel İktidar sisteminin tasnif temelinin böyle bir “tedbir amaçlı” değişimine ilişkin felsefi-kültürolojik zemine sahip midir, şeklindedir. 
               Evet, sahiptir. Avrupa manevi alanında her şey var, yeter ki ne aradığın bileceksin ve gerçekliklerin kabul edilmesi için açık portallara sahip olacaksın.
    

En kötü durumda Avrupa-Atlantik manevi alanda siyasi modernizmin fikir, ilke ve uygulamalarının yeniden değerlendirilmesi ve yeniden tanımlanması konusunda 40-50 yıllık gelenek mevcut. Bu hadisenin adı Postmodernizm.
Sizleri Postmodernizmin felsefesi ve uygulamalarıyla uğraştırmak kongreye saygısızlık ifadesi olur. Tabi böyle bir şey mümkün değil. Ancak aynı zamanda idealleştirilmiş ulus devletin sahip olduğu İktidar sisteminin vektörlerinin AB’nin iktidar vektörlerinin gerekli hakimiyeti açısından mevzubahis değişiminin nasıl görüneceğini göstermeye çalışmadan edemeyeceğim :
Örneğin :
Ø     Modernizmin monolitik birliği yerine – postmodernizmin bütünün ve kısımlarının ahengi (yani beraberliği) ;
Ø     Devletin kusursuz güvenliği yerine – kurumların özgürlüğü ve sorumluluğu ;
Ø     Devletin mükemmel yapılanması yerine – yurttaş toplumuna verilen hizmette işlevsel etkinlik;
Ø     Faaliyetlerin ve hizmetlerin katı merkeziyetçiliği yerine sivil toplum sektörünün katılımıyla birlikte yönetilebilen ademi merkeziyetçilik;
Ø     Piyasanın devlet düzenlemesi yerine rekabetçi serbestleştirme ve inovasyonların teşvik edilmesi;
Ø     Piramit şeklinde örgütsel yapılar yerine sinerjik etkinliğe sahip kendi kendini düzenleyen sistemlerin teşvik edilmesi.
Ulus devletlerin siyasi zümrelerinin Siyasi modernizmin alternatifi olan İktidar sistemine  neden ilgi duymadıklarını daha ilk bakıştan bile anlamaya başlıyoruz?!
En genel perspektifte Modernizmin İktidar sisteminin sahip olduğu tasnifi altyapı bana düşünme ve hareket etmeye dair siyasi özgürlüğün iki boyutlu   yüzey opsiyonunda demirlenmiş gibi görünüyor.
Oysa Postmodernizm söylevi hologram gibi gerçeklikleri yönetiyor ve bundan dolayı “Bütün” ile “kısımlar”ın AB’nin siyasi alanı ve çağında etkin etkileşimini gerekli kılıyor.  
Bunun dışında, tematik sunumun sonlandırılması açısından önemli olan konu :
- Klasik kapitalizmin üst yapısı olarak siyasi modernizmin iktidar sistemi daha çok Karbon çağının ontolojisi ve mantığına uygundur.
Oysa Postmodernizmin iktidar sistemi ufukta belirmeye başlayan Hidrojen ekonomisine daha uygundur.  
Postmodernizm daha çok Bölgelerin AB’sine uygundur. Yani, ulus devletlerin siyasi coğrafyasına nazaran AB’nin alternatifi olmayan bütünleştirici özne olarak yerleşebileceği yegane temel coğrafya.
Ancak, köklü bürokratların düz algılamasında aşırı şüphecilik ve şüphe uyandırsa bile, İktidar sisteminin bu iki optiği birbirinden ayrı veya birbirini tamamlayan yaklaşım olarak çalışabilir.     
Bürokratik sapmanın özellikle AB’nin öncelikli inovasyon teknolojilerine yatırımlar konusunda sınırlanmasının “Ufuk 2020”de öngörüldüğü dikkat çekmektedir.
Tabi, somut siyasi gerçeklikler tek anlamlı boyut ve değerlemelere sahip değildir. Birkaç yıl önce AB’nin önde gelen siyasileri tamamen serbest bir şekilde Avrupa siyasetinde çok kültürelliğin başarısızlığını ilan ettiler. Görüşlerdeki bu kökten değişikliğin nedenleri sadece AB’deki gelişmiş  ülkelere doğru yaşanan göç dalgaları ile açıklanamıyordu. Velev ki, Batı Avrupa liderlik kalkınmasına ilişkin beklentilerini Doğu Avrupa’dan gelen göçebe işçilerin hizmetlerinden yararlanmadan karşılaması oldukça zordur. Maalesef bu sürecin gelişmesine dair bir vizyon olmadığı gibi, güncel planda düzenleme kuralları da mevcut değil.
Her şeyden belli ki, bu süreç yeteri kadar uzun zaman devam edecek ve doğurduğu gerçek sorunlar karşısında gözlerimizi sürekli kapatamayız. Doğu Avrupa’dan göçebe işçilerin, özellikle Bulgaristan’dan işçilerin, belirli bölgelere yerleşmeleri ve getto örneğine uygun kapalı topluluklar oluşturmaları sık görülen bir uygulamadır. Bunlar genel olarak tarım, inşaat ve hizmet sektörlerinde çalışan ağırlıklı olarak vasıfız veya düşük kalifiyeli işçilerdir. Tabi, bir kısmı da Bulgaristan’da üniversite eğitimi almış aranan uzmanlardır.
Bu konuya değiniyorum, zira bu konu bir yan konudan Hak ve Özgürlükler Hareketi ve Avrupa Liberalleri karşısında duran temel konulardan birisi haline geldi. Bana göre bunlar, AB’de çok kültürelliğin çok değerlilikli yaşantısının ilk filizleridir. Ve liberallerin bu sürecin en azından önümüzdeki yirmi yıl içerisinde yönetilmesi konusunda uzun vadeli strateji oluşturma şansını kaçırmaları durumunda çok yazık olacak.
Daha iyi bir geçim arayışı süreci krizin sonucu ne olursa olsun devam edecek. Zira “ortalama iş ücreti” düzeyindeki emeğin fiyatı arasındaki farklar 3-4 misli daha yüksektir. Bazı durumlarda ise bu fark daha da fazladır.
Göçebe geçinme sendromu  hassaslaştırılmış kimlik üzerinde yoğunlaştırılmıştır. Çok kültürellikteki krizin sorunları da buradan başlıyor. Özünde bu hadise çok kültürellikte krizin emaresi değildir, sosyokültürel söyleve dahil edilmelerine dair modele sahip olmayan İktidar sisteminin sorunudur. Bilakis, farklılığın ve ötekiliğin çekilebilmesi ve tahammül edilmesi olarak hoşgörüye rağmen, İktidar sistemi temelli olarak ihraç etme ve marjinalleştirmeye ayarlanmıştır. Muhtemelen göçebe işçilerin AB’deki ev sahibi ülkelerin kültürel söylevine adapte olma kabiliyetlerinin düşük seviyede olması çekebilirlik ve tahammül edebilme konularında daha düşük seviyeleri provoke etmektedir. Ancak bu husus da dünyanın gelişmesine dair liberal proje açısından gerçek bir problem teşkil etmektedir.       

                             Saygıdeğer Bayanlar ve Baylar,
                                       Delegeler ve konuklar!
AB’deki süreçlerin dinamikleri Bulgaristan açısından o kadar önemlidir ki, ana doğrultuları konusunda bilgi sahibi değilsek AB içerisindeki yerimiz ve rolümüz konusunda da bihaber olacağız.
Şimdiye kadar söylenenlere istinaden somut kalkınma vizyon ve stratejilerine dair yeteri kadar doğru siyasi projeler geliştirebiliriz.
Bulgaristan’ın ve ülkedeki tüm demokratik topluluğun BİRİNCİ SORUNU Demokrasinin kesinlikle yeniden tesis edilmesidir!
Bu kesin zorunluluk değerlere dayalı temelli gerekçeye sahiptir, yani : krizden çıkışın ülkenin ekonomik kalkınmasına dair stratejiyle içten bağlı olması durumunda, Demokrasinin seçilmesi kalkınmaya dair medeni yolumuzdur. Bundan dolayı Demokrasinin alternatifi yok ve olamaz. Bunun dışında bu stratejik seçim 23 yıl önce yapılmıştır.
Demokrasinin yeniden tesis edilmesinden daha önemli hiçbir şey yok, tabi bir milletin fiziki olarak hayatta kalabilmesi ikilemi ile karşı karşıya  kalmadıysak. Ancak Tarih milletlerin fiziki olarak hayatta kalabilmesi konusunda da insanoğlunun Majesteleri Demokrasi’den başka daha iyi bir icadı olmadığını gösteriyor !
Demokrasi Batı siyasi modernizmin eşi olmayan başarısıdır, ancak ulusal devletin  meşru iktidarının mutlak mahiyeti de yine onun ürünüdür.
Demokrasi , sosyal yapıların yönetimde temsil edilmesine ilişkin seçim hukuku aracılığıyla  mutlak sınırsız gücün İktidar sisteminde ciddi atılım gerçekleştiren, ancak onu Tarihten tamamen bertaraf etmeyen  Yurttaş toplumunun gücüdür. Buna rağmen Yurttaş toplumu ulus devletin siyaset ve değer açısından karşı savı konumuna sahiptir.  Bu bağlamda Demokrasi yurttaş toplumuyla devlet arasındaki iktidar ilişkilerinin etkileşiminin sonuçsal ürünüdür (sonucudur) :

-         Yurttaş toplumu güçlü ise, ulus devlet bunu dikkate almakla kalmayıp, İktidar sistemini düzeltmek zorunda da kalıyor ;
-         Yurttaş toplumu zayıf ise, Demokrasinin Diktatörlükle değiştirilmesine ilişkin şartlar ve ön koşullar objektif bir imkana dönüşmektedir.
Bir yurttaş toplumunun güçlü olabilmesi için sosyal yapısının liberaller, sosyalistler, muhafazakarlar vs gibi parti ve hareketlerde ilgili toplumun ve devletin kalkınmasına dair ideoloji ve vizyonlarla birlikte uygun temsiliyete sahip olması gerekir.
Bulgaristan’da bu tür partilerin 400’e yakın olması, toplum yapısıyla parti görünümü arasında uygunluk olmamasının kesin işaretidir. İdeolojilerin Siyasi piyasası bir tek İktidar sistemine sabitlenmeleri amacıyla ve ulus devletin iktidar enstrümanlarından kişisel olarak yararlanma trambolini olarak ölçülebilir.
Bulgaristan’ın en yeni tarihinde “GERB hadisesi ve Boyko Borisov” muhtemelen yeni yeni analiz edilmeye başlanacak. Özellikle : “Pazar ekonomisi ve Demokrasiye yaklaşık 20 yıl süren geçiş döneminden sonra  neden devletin iktidar sistemi yer altı dünyasından kimliği belli “uçan nesneler” tarafından kuşatıldı?” meselesi itibariyle


Sayın Bayanlar ve Baylar,
Değerli Demokrasi düşkünleri !
Müsaadenizle Demokrasinin Diktatörlükle Değiştirilmesinin katarsisini yaşamış birisi olarak huzurunuzda duygularımın paylaşmak istiyorum.
Demokrasi bir değerler sistemi olarak ebediyen belirlenmiş objektif bir gerçeklik değildir.
Demokrasinin çok hassas olduğu ve sağlamlaştırılması ve gelişmesi için sürekli itinaya muhtaç olduğu anlaşıldı.
Davranış modellerimizdeki atalet ve demokrasi değerlerinin algılanmasındaki rutin yaklaşımımızın çok büyük manevi bedeli var.
Kafan o denli karışıyor ki, neler olduğunu bile izah edemiyorsun kendine !
Ve neden hareketsiz durmuşsun her şey gözünün önünde olurken?!
Ülkenin siyasi zümresinin bir kısmı olarak nelere izin verdiğini algıladığın zaman, rasyonel bir izahat aramak yerine, daha çok şaşırıyorsun. Çünkü neler olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlıyorsun.
Basının ve toplumun bir maçonun Kahraman-kurtarıcı olarak davranışlarına nasıl tepki gösterdiğini görerek canın sıkılıyor, için daralıyor….Ancak siyasi eylemsizlikten dolayı suçluluk duygusu seni teskin etmiyor, daha deruni ve dikey olarak seni taciz ediyor….
Demokrasinin imkanlar yelpazesini bir kez daha yaşadıktan sonra ve genel suç içerisindeki kendi üzerine düşen ve Diktatörlük olasılığını bir gerçeğe dönüştüren payı idrak edince , artık bunun Demokrasinin en önemli dersi olduğuna, ancak bir kez daha tekrarlanmaması gerektiğine kanaat getirmeye hazırsın. Zira bu derste sınıfta olmayan bir siyasetçi Demokrasinin bedelini bilemez. Böyle bir siyasetçi rutinin ve ataletin kurbanı olmuştur …
Müthiş bir ders. Tekrarı olmayan, hatta dramatik. Diktatörler temel değerlerden, siyasi amaç belirlemeden ve ülkenin kalkınmasına dair stratejilerden anlamaz. Ancak onlar İktidar sisteminin insiyaki gücünü ve aletlerini bizden daha iyi hissediyor. Özellikle mikrofonu, kamerayı ve güç aletlerini. Ve zorlama ve şantaj için işe yarayacak her şey.
İşini elinden alabilirler, ancak sen kendini müteşekkir hissetmelisin.
İflasını sağlayabilirler ancak sen susmak ve korkmak zorundasın. Çünkü ardından çok daha kötüsü de gelebilir.
Basını kullanarak sana öyle bir komplo hazırlayabilirler ki, aynaya bakarak kendini tanıyamazsın.
Devleti de iflasa sürükleyebilirler, yeter ki bu iflas kendilerinin hayatta kalmalarını ve güvenliklerini garanti etsin.   
Ancak diktatörler, aynen bizim Kahraman-kurtarıcımız gibi tuhaf insanlardır. Kamera karşısında ne kadar da kurumlu ve terbiyesiz olsalar da, aynı derecede zamanın gelecek yönünde kararsız ve korkaktırlar. Bunun için Hayatta kalabilme onların son derece ilgisini çekiyor. Hatta onu devletin ve toplumun siyasi stratejisine dönüştürüyorlar.   
Kahramanımız-Kurtarıcımızın temel seçim numarasının herhangi bir program veya Bulgaristan’ın kalkınmasına dair model değil, “Bulgarların hayatta kalabilme insiyakinin uyandırılması” olması tesadüf eseri değildir. Tabi bu telkin mecburen sanal Türk tehdidi ve Osmanlı’nın Balkanlar’daki kültürel mirasının ürünü olarak HÖH ile alakalandırılmaktadır.
Buraya kadar iyi. Korku makinası “kendine özgü eşkal ve görünüme” göre yapılandırılmış ve hareket ettirilmiştir. Ve makina hayatta kalabilme insiyakinin uyandırılması için gerekli ürün olan Korku’yu üretmeye başlıyor. Ancak her şeye rağmen, bizim Kahramanımız-Kurtarıcımız kendini güvenli hissetmiyor, ikinci bir sigorta yapmak istiyor ve bundan dolayı dostane bir şekilde Ankara’daki Türk meslektaşına hitap ederek elinden gelen her şeyle kendisine yardımcı olmasını istemeye karar veriyor. Ve tabi Ankara’daki meslektaşı olumlu cevap veriyor …
Ahlaki gerekçelerim olmasına rağmen dürüstlük nedeniyle yabancı başbakanların davranışlarını yorumlamak istemiyorum.
 Sadece okumayı sevmediği için Tarihten hiç haberi olmayan bizim Kahramanımız-Kurtarıcımıza hatırlatmak istiyorum, ki Tarihin güneşi altında yeni hiçbir şey yok. Bunun için kendisi muhtemelen bilmiyor ki bu şekilde, Balkanlar tarihinde muadil modelleri olan tuhaf ilişkilere giriyor…
Diktatörlerin mutlak iktidara olan hırsları sınırsızdır. Onlar genelde seyircilerin beğenisini kazanabilmek için gösterişli ihtimamla başlıyor. Zirvelerine popülizm ve Adalet konusunda demagojiyle ulaşıyor. Ve sonunda kendilerinin yarattığı aynı iktidar makinasının kurbanı oluyorlar.       
Ancak yaptıkları belalar o kadar büyük ki , yönettikleri dünyanın arkalarından normalleştirilmesi için yıllar gerekiyor...
          Örneğin :
-         Geçiş dönemin başlamasından itibaren ilk defa ülkenin siyasi zümresi “Demokrasinin koruma sistemi” konusunu anmaya başladı ;
-         İlk defa “Seçmenlerin oyunun güvenliği” konusunda değişik partilerin katılımıyla gerçek bir örgütlenme yapılıyor ;
-         İlk defa siyasiler İçişleri Bakanlığı ile ülkedeki basının bir kısmı arasındaki işbirliğinin İktidar sisteminin Mesih zeminine dönüşebileceğini ve Demokrasiyi Otoriter Diktatörlükle değiştirebileceğini anlamaya başlıyor.
İşte bundan dolayı 2013 Parlamento Seçimlerinin temel amacı Demokrasinin kurtarılması olmalıdır. Seçim sonuçlarının kabul edilmemesi pahasına bile. Çünkü iktidardakiler tarafından tek başına kabul edilen seçim kanunu açısından seçmen sayısını ne kadar olduğu önemli değil, oy pusulalarının kim tarafından sayıldığı önemlidir.
Dikkatlerinizi üzerinde yoğunlaştırmak istediğim İKİNCİ SORUN, krizden çıkış ve Bulgaristan’ın ekonomik kalkınmasına dair stratejidir.
Demokrasinin yeniden tesis edilmesi krizden çıkış yolunun şartı olarak ortaya atıldığı zaman, siyaset dilinde bunun anlamı çok büyüktür. Her şeyden önce bu iddia Bulgar iş aleminin diz çöktüğü, güvenlik ve girişimci motivasyonu olmadığı gerçeğini yansıtmaktadır. Önemli bir şirketin gerçekçi yatırım niyetleriyle ufukta belirdiği anda Kahraman-Kurtarıcı’nın Müdürlüğünden anında bir kuyruk oluştuğu ve formal iştirak için “ağladığı” veya ilgili işe direkt olarak el konulması niyetiyle geldiği     olayların sayısı çok fazla.
Durum o kadar vahim ki yabancı iş insanları 2013 Parlamento seçimlerinin sonuçlarını en az partiler kadar büyük ilgiyle bekliyor. Muhtemelen güvenlikten mahrum yatırım ortamında direkt yatırımlar ve gerçek ekonomik büyümeyi düşünmek iş dünyası açısından saf ve riskli olarak değerlendiriliyor.   
Bulgaristan’ın ekonomik durumu sadece kötü olmakla kalmıyor, durum çok berbat. Satın alma paritesi açısından kişi başına Gayri Safi Yurt İçi Hasıla olarak sonuncu sıradayız. Sıralamadaki birinci ülkeyle (Lüksemburg) Bulgaristan’ın olduğu sonuncu ülke arasındaki fark yaklaşık 5,5 mislidir.
Gerçek ekonomik büyüme ülkenin muhtemelen daha birkaç yıl sürecek olan depresyonda olduğu göstergelerini veriyor.  
İşsizlik oranı artıyor ve artık %13’a ulaşmış durumda. Bulgaristan ölçülerine göre oldukça etkileyici rakam olan yarım milyon işsiz.
Gelirler politikasında çalışanların ve emeklilerin nominal gelirlerinin krizin  başında azaltılması bir gaftır ve bu gaf anlaşılan krizin sonucunu oldukça olumsuz etkileyecek. Bu basiretsiz politika tüketimi ve büyüme imkanlarını felç etti.
Bunun dışında tahminler, planlama ve rapor arasındaki çelişkilerin birkaç misli olduğu dikkat çekmektedir ve bu da merkezi yönetimin krizden çıkış yolu arayışında yönetici ve uzman kapasitesinin seviyesinin tam göstergesidir. Bu husus direkt olarak iktidardakilerin ülkenin reel ekonomisini tanımadıkları ve gerçek manada boş durdukları anlamına gelmektedir.
Hatta bunun da ötesinde, bu iktidarda krizden çıkış ile hızlandırılmış yetişme mahiyetinde kalkınma stratejisi seçimi arasında  eşitlik işareti koymak imkansızdır. Bu husus İktidar sisteminin halihazırdaki statükosunun çalışan kalkınma stratejisiyle ülkeyi krizden çıkarmaktan aciz olduğuna dair  genel değerlendirmeyi bir kez daha teyit etmektedir. Basitçe, ülke ekonomisi kendi kaderine terk edilmiş. Ülkenin temel iktidar özneleri ise kurdela keserek sevdiklerinin huşusunun tadını çıkararak belirsiz düşmanları kandırmaktadır.
Bu bağlamda nispeten daha emin bir şekilde iddia edebilirim ki Hak ve Özgürlükler Hareketi ülkenin kalkınmasına dair stratejiye sahip ve bu stratejinin öncelikleri çok daha net bir şekilde tanımlanmıştır, AB’nin kalkınma stratejileriyle ve ülkedeki değişik bölgelerin özelliklerine uyumludur.       
     Bizim öncelikli yatırımlar ve istihdam yaratılmasına ilişkin hazırlığımız oldukça daha büyük boyutlardadır.
En genel planda bu yatırımlar temiz çevre ortamı, biyotarım, modern saklama ve işleme modülleri, rehabilitasyon ve tedavi turizmiyle ilgilidir.
     Oldukça kısaltılmış haliyle bu stratejik öncelikler : temiz enerji, biyo gıda ve sağlıktır.
Bu ürünler ve hizmetler bile belli anlamda Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin merkezi yönetimde yer alıp almayacağına bağlı değildir. Çünkü bu strateji bölgesel doğal ve insani kaynaklara dayanmaktadır ve özellikle yerel yönetimin muhtelif belediyelerde yatırım ve istihdama ilişkin sorumlulukta temel özne haline dönüşmelerine dair yeni rolüne dayanmaktadır.   
Dikkatlerinize sunmak istediğim ÜÇÜNCÜ SORUN daha ziyade Avrupa liberal topluluğuna yöneliktir. Güney-doğu Avrupa’da, yani Balkanlar’daki mevcut durum ve etnik-dini azınlıkların perspektifleriyle ilgili mesele sözkonusu. 
Balkan dünyası o kadar spesifiktir ki, Avrupa’nın başka bölgeleriyle oldukça şartlı bir şekilde mukayese edilebilir.
Ana savım Bölgedeki ülkelerin Avrupa’ya gerçek entegrasyonunda AB’ye “üye -ülke”, “aday-ülke” ve “müzakere eden ülke” olarak değişik süratlerin Avrupa’nın mevcut siyasi aleminde ekonomik ve sosyal kalkınmadaki değişik süratleri çok fazla hatırlattığı doğrultusundadır. Ancak aynen AB’de değişik süratlerde üye ülkeler arasında ekonomik gelişmeleri açısındaki farklılık artmaya devam ettiği gibi, aynı şekilde Balkan ülkelerinin Avrupa entegrasyonuna ilişkin değişik süratleri değişik etnik-dini azınlıklar arasındaki değerler mesafesini arttırmaktadır. Ve bu Bölgesel ölçüde olduğu gibi, ulusal devletler çerçevesinde de olmaktadır.
Açıktır, ki ekonomik kriz tarihi adalet duygusunu ve Tarihi zamana ait muhtelif çöküntü arketiplerini katalize etmektedir.
Balkan savaşının 100. Yıl kutlamaları sırasında tarafların adeta tamamının ihlal edilmiş tarihi adalet konusunda kendi coğrafik sonuçlarına göre tek anlamlı tepki gösterdiğini görmek beni tatsız bir şekilde şaşırtmıştı. Değişik tepkilerin panoramasına uygun olarak azınlıklar genel bir görüşle kaybedilmiş alanlarda kültürel mirasların tarihi aktifleri olarak gösterildi. Başka bir ifadeyle azınlık algılaması olası taleplerin sunulması için “müre” alanındadır…
Bana göre, Avrupa liberalleri gerçek vizyona ve bu süreçler konusunda uygun yönetim stratejisine sahip olmalıdır. AB’nin Balkanları İstikrar ve Güvenlik Bölgesi haline dönüştürmekten başka alternatifi yok. Ve bu konuda yapılanlar az değil. Etnik-dini azınlıklara gelince, onlar Balkanlar’da Avrupai Beraberliğin Jeneratörlerine dönüşebilir. Tabi her şey azınlıkların ulusal devletlerdeki statüsüne bağlı.
Avrupa liberallerine yönelik önerim de bu bağlamdadır : AB’deki riskli azınlıklara ve özellikle Güney-Doğu Avrupa ülkelerindeki azınlıklara “Avrupa azınlığı statüsü” verilmesine ilişkin konsept gereklidir.   
Eminim ki, Avrupa liberalleri AB’nin birliği ve gelişmesi açısından son derece önemli olan bu azınlıklara dair stratejik formülü başarabilir.
Bunun dışında “Ufuk 2020” bağlamında “katılımcı, yenilikçi ve güvenli toplumlar” yatırım kalemleri öngörülmektedir. Bu, mücadele etmeye değer bir meydan okumadır. Çünkü Beraberlik Avrupa fikrinin değerler şifresinde mevcuttur. Hak ve Özgürlükler Hareketi’ne ise Brüksel ile direkt iletişimde bulunması yakışıyor.   
Yaklaşık altı ay önce Pazarcik davası kapsamında 12 imam aleyhinde sunulan suç duyurusunu incelediğimde  irkildim. Onlar aynen benim 27 yıl önce, Totaliter rejim sırasında yargılandığım devlet aleyhinde siyasi faaliyet suçlarını ihtiva eden Ceza Kanunu’nun “Birinci Bölümü”nün maddeleriyle yargılanıyordu.
Ve en garip kısım da suç duyurusunun içeriğinde temel argümanların Kuran-i Kerim metinlerinin daha farklı yorumunun ulusal güvenliğin tehdit edilmesine yol açtığı varsayımının temelinde uydurulmuş olmasıydı !?
İmkandan istifade ederek Avrupa liberallerine bu davayla ilgili Dıblin’deki forum sırasında gösterdikleri anlayış ve desteklerinden dolayı şükranlarımı sunmak istiyorum.
Bu tür hadiseler son derece tedirgin edici ve tehlikelidir. Bu devletin vatandaşlarının hak ve özgürlüklerine karşı keyfi davranışıdır.
Kişisel varoluş anlamında olaylar öyle gelişti ki, 28 yıl önce hayatımın hakim parametrelerini değiştirmek zorunda kaldım, zira Bulgaristan’da insan ve azınlık hak ve özgürlüklerine karşı işlenen bu tür saldırılara karşı koymaya cüret ettim. Bunun gerçek olmasının nedeni Özgürlük için mücadele etmeye cesareti ve bilinci olan insanların var olmasıdır. Bu insanların bir kısmı şu an bu salonda, aramızda . İmkandan istifade ederek onları kutlamak istiyorum....
Ancak bu mücadele ileriye ancak Avrupa liberallerinin ve AB kurumlarının direkt desteğiyle devam edebilir.
Bu Özgürlük mücadelesinde görüntümün dönüşümünün tüm aşamalarından geçtim : gelecek vaat eden genç filosoftan totaliter rejime karşı yasadışı direniş hareketinden siyasi mahpusa ve 23 yıl Bulgaristan’da Demokrasi’nin kurucularından birisine kadar.
Ve tabi, ki bu durmak bilmeyen çalışmada, pozitiflerle paralel olarak bir çok negatif de topladım: lanetten  doğanlaştırmaya kadar ve  ülkedeki siyasi gerçeklikleri şeytanlaştırmaya kadar, ki bunlar liberal seçmen nişinin Bulgaristan’da genişlemesine objektif olarak engel olmaktadır.
Birkaç zaman önce aydın bir bayan basına açıklamasında espri yaptı : “Doğan gökyüzünün mavi olduğunu söylerse, muhtemelen bu da negatif tepki yaratacak”. Ona tamamen katılıyorum. Örneğin benzer sıradan, aşikar bir iddia uzayın Türk mavisine “doğanlaştırılması” teşebbüsü olarak yorumlanabilir. Ve eminim ki, milliyetçi yanlısı kesimin bir kısmında bu iddia dikiş tutabilir …
 İşte bundan dolayı Özgürlük savaşçıları serbest seçim hakkına sahip olmalıdır – haklar, özgürlükler ve Demokrasi mücadelesinin baskı altındaki alanından çekilip başkalarına bayrağı alabilme imkanını sağlamak üzere ….
Bunu, bu tür bir adımı atmanın gerekliliğini derin bir şekilde idrak ederek yapıyorum. Özgürlüğün ve Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin gelişmesi adına!
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin profiline ilişkin yıpranmış kalıplar lider partisi tipinde parti fikri etrafında dönüyor. Bu ancak bilgisizler için gerçektir. Çünkü Hak ve Özgürlükler Hareketi bundan çok daha fazlasıdır.
Benim rolüm Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin gelişmesi için “ilk ivmeyi” sağlamadan ibaret olan hayatımın şansından ibarettir.
Beni bu misyona layık gördüğünüz için hepinize teşekkür ediyorum…
“Birinci ivme”den sonra Hak ve Özgürlükler Hareketi ile lideri karşılıklı olarak birbirlerini yaratmaya devam etti. Bu karmaşık Karşılıklı gelişme simetrisi içerisinde Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin son 20 yıl içerisindeki başarılarının sırrının bir kısmı gizlidir. Beklentilerin karşılıklı olarak konulması, belirlenmesi ve karşılanmasının konumlandırılması İktidar sistemi standart anlamını yitirmektedir, zira İktidarın Özgürlük olarak özü düzeyine yükselmektedir. İşte bundan dolayı Hak ve Özgürlükler Hareketi ile lideri topluluğun kolektif vücudunun Özgürlüğe doğru gayretinin ayna yansımasıdır.
Hak ve Özgürlükler Hareketi “benim diğer Ben”imdir, bunun için ondan bir yere ve bir şekilde kaçmam mümkün değil. Bunu istemiyorum da. Çünkü Hak ve Özgürlükler Hareketi hayatımın 28 yılıdır …

Hak ve Özgürlükler Hareketi davasına ve davasıyla bağlı kalıyorum.

Ancak Demokrasi’nin kolektif vücuduna daha yüksek gelişme eşiği sağlamak için ortak çabalarla toplumun optiğini ve Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin ve liderinin imajlarını değiştirebiliriz.
Bu bağlamda on yıllardır beni onurlandırdığınız Güvenden dolayı derin şükranlarımı sunmak istiyorum  :
-         İşkence görenlere, bir sonraki nesil için daha fazla Özgürlük ve Güven ümidiyle hayatını riske attıkları için teşekkür ediyorum;
-         Hak ve Özgürlükler Hareketi’ni yaşam tarzları haline getiren gençlere teşekkür ediyorum;
-         Avrupa liberallerine destekten dolayı ve birlikte yaşadığımız Beraberlik anlarından dolayı teşekkür ediyorum ;
-         Vicdanlarını Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin siyasi şifresiyle uyumlu hale getirmeyi başaran Türkiye Cumhuriyetindeki göçmenlerimize teşekkür ediyorum;
-         Tüm rakiplerimize bağışıklık sistemimizi yüksek seviyede tutmaya yönelik gayretlerinden dolayı teşekkür ediyorum;
-         Ve her şeyden önce tüm üye tabanımıza ve bakışının geometrisini ve anlamını değiştiren seçmenlerimize teşekkür ediyorum.

İşte bundan dolayı Hak ve Özgürlükler Hareketi daha iyi bir yaşam vizyonuna dönüştü. Parti olarak Hak ve Özgürlükler Hareketi gelişigüzel yönetilemez, çünkü değerler matrisinin temelinde bağımsızlık ve hareket etme özgürlüğü var.  Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin seçmen kitlesiyse çok özeldir : iktidardaki dengeler, herkesin güvenliği ve yaşam vizyonu konusunda fevkalade hissetme kabiliyetine sahiptir.
Üç yıl önce Yedinci Olağan Genel Kongre’de böyle bir gerekliliğin olgunlaştığı konusunu gündeme getirdiğimde bir çok kişi bunu şaka olarak kabul etti.
Bu defa kararım kesin !
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin Başkanı olarak Sayın Lütfi Mestan’ın adaylığını  öneriyorum.
Gerekçelerim :
-         Etkileyici ve saygın parlamenter olarak gelişti ;
-         Hak ve Özgürlükler Hareketi tarafından partinin en iyi kürsü konuşmacılarından birisi olarak kabul edilmektedir ;
-         Dava olarak güçlü Hak ve Özgürlükler Hareketi liberal şifresine sahiptir ;
-         Siyasetçi olarak yaratıcı, vizyon sahibi hissetme kabiliyetine sahiptir;
-         Başka siyasi partilerle diyaloga açıktır, ancak görüşlerinde de yeteri kadar mücadelecidir ;
-         Durumu değerlendirme ve siyasi karar alma konusunda büyük tecrübeye sahiptir ;
-         Son olmamakla beraber, partinin bir sonraki başkanının Kırcali’den olması iyi olur.
Hak ve Özgürlükler Hareketi şahsındaki Bulgaristanlı liberaller idrak edilen siyasi gereklilik durumunda parti başkanının nasıl değiştirilmesi gerektiğini göstermelidir.
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin gelişmesinde Değişim ile Devamlılık  arasında ahengi kuran model budur.
          Sayın delegeler ve konuklar !
Bu yıldan itibaren her yıl seçim yapılacağı beş yıllık bir devreye giriyoruz. Bunun dışında Bulgaristan Devletçilik, Yurttaş toplumu ve Demokrasi’nin temel değerlerinin daha etkin maddeleştirilmesinde yeni değişiklikler evresine dahil olmaktadır.
Sayın Lütfi Mestan’ın desteklenmesi için tüm parti tabanına çağrıda bulunuyorum. Hak ve Özgürlükler Hareketi Gençlik Teşkilatına ise önümüzdeki beş yıl içerisinde ve özellikle 2013 parlamento seçimlerinde liberalizmin öncü gücü olmasını temenni ediyorum.
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin tüm üyelerine, tüm seçmenlere ve partinin tüm tabanına şimdiye kadar Birlikte ulaştığımız tüm başarılardan dolayı teşekkür ediyorum. Ancak bizim için en büyük meydan okuması 2013 Parlamento seçimleridir.

Hepinize teşekkür ediyorum !
Size borçluyum !

4 yorum:

Анонимен каза...

Ahmet Doğan bir Bulgar milliyetçisi gibi konuşmuş. Normalde Türk düşmanı Bulgarlar Erdoğan'la Borisov'un yakınlaşmasında rahatsız olur, çünkü Türkiye daha güçlü olduğu için Bulgaristan'ın taviz vermesinden rahatsız olurlar.
Ahmet Doğan bir Türkse niye Bulgaristan'ın taviz vermesinden rahatsız oluyor ki. Boyko Borisov, Recep Tayyip Erdoğan'la görüşmeseydi BNT'deki 10 dakikalık Türkçe haberler kapatılacaktı.

Erdoğan'la Boyko'nun güzel ilişkileri sayesinde Yambol'daki uyduruk ermeni soykırımı kararı iptal edildi. Ahmet Doğan, bunlardan rahatsız mı oluyor?

Анонимен каза...

Bunu tercüme eden kişi ya Bulgar ya da Bulgarca biliyorum diye övünen biri. Yani bölelerine Bulgar özentisi denir.

Türkçede "Teşekkür ediYORum" denmez, "Teşekkür edERim" denir.

Анонимен каза...

Bu tercümeyi türk enteligentsiasından (!) sofyada tercüme bürosu olan birileri yapmıştır. "Size borçluyum" demez İstanbul Türkçesi "Size minnettarım" der. .. Alıştık biz böyle tercümelere... Diyecekler ki, "Türkçe tercüme ettik daa ne isteesiniz. Size insan yaranamee becanım" ..

Анонимен каза...

Bu ne biçim Türkçe yahu?

Публикуване на коментар