Hak
ve Özgürlükler Hareketi
8.
Olağan Genel Kongresi’nin Sayın Delegeleri,
Yurt içinden ve yurt
dışından gelen saygıdeğer konuklar,
Ekselansları!
Sekizinci Olağan Genel Kongre Hak ve Özgürlükler
Hareketi’nin tarihine değişik değerlendirme ve siyasi nitelemelerle geçecek. Bana
göre, partinin bu en yüksek forumu parti yapılanması açısından temelli siyasi
boyutlara sahip olacağı gibi, kişisel varoluş anlamı da taşıyacaktır.
Bugün biz “dünyaya
ilişkin stratejik vizyonumuzda neler olduğu gibi kalmalı ve neler gelişmelidir”
sorusuna cevap vermeliyiz? Ve Avrupa siyasi gerçekliklerinin ve bölgesel siyasi
alemin dinamiğine göre hangi kısım değişmelidir. Tabi, bu meta-siyasi
taramanın liberal ilkeler, değerler ve siyasi uygulamalar zaviyesinden
yapılması gerekir.
Çağdaş küresel siyasi dünyamızı nitelendiren iki ana
temayül mevcuttur. Birinci temayül jeopolitik planda dünyanın tek
kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya doğru hareket ettiği koşuluyla ilintilidir. Başka bir ifadeyle önümüzdeki birkaç on
yıl içerisinde küresel siyasi dünya, geçiş, dönüşüm,
değerlerin çok değerlilikliğe doğru ve beşeri toplulukların çok kültürelliğe doğru
dönüşüm durumunda bulunacak.
Dünyayı birleştiren ikinci temayül Küresel krizden çıkış yolunun ağırlıklı olarak mali
istikrar, büyüme ve istihdam sağlanmasında aranmasıyla ilgilidir, ki bu ancak krizin
mahiyetinin küresel hadise olarak doğru tanımlanması yönünde atılan birinci
adım olarak uygun strateji olarak kabul edilebilir. Bana göre, krizin nispeten
küresel mahiyeti çok daha deruni izdüşümlerine sahiptir, zira iktidar
sisteminin Küresel dünyanın hakim parametrelerinin çok kutupluluk ve çok
kültürellik yönünde Değişimiyle ilgili açılmış duvarlarının sadece bir
tanesidir.
Bu iki temayül arasındaki etkileşim yavaş, ancak tahmin
edilmesi ve yönetilmesi güç, tamamen vazıh mali, iktisadi ve sosyokültürel girdaplar
sürecine neden olmaktadır.
Bu jeopolitik durumda en önemli konu : “AB, bilimin, kilit teknolojilerin ve sosyal alanda
yaşam kalitesinin gelişmesinde “Ufuk
2020” Programı bağlamında liderlik rolünü garanti
etmeyi başarabilecek mi?” şeklinde tanımlanabilir.
Her şeyden belli ki, “2014-2020 Programı” AB açısından
devasa bir meydan okumadır ve sanki önsel olarak açıktır ki, sadece AB’nin
bütünlüğü ve üye ülkelerin genel durumu değil, tüm
gezegen ölçüsünde iktidar vektörleri ve jeostrateji dengeleri de bu Programın başarılı veya başarısız ifasına bağlıdır.
Eğer bu meydan okuma teknolojik inovasyon ve siyasi
üstünlük amaçlı yarışma söylevinde olsaydı olası kötü senaryonun nihai sonuçları
bu kadar vahim görünmeyecekti. Ancak Batı dünyasındaki Küresel mali-iktisadi
kriz AB’ni alternatifsiz seçim konumuna düşürmektedir, yani : üye ülkelerin
hayatta kalma
ve kalkınma stratejileri Topluluğun
hızlandırılmış liderlik gelişimine ilişkin genel, toplu vektör oluşturmalıdır! Aksi halde „Ufuk 2020” Krizden çıkış yolu arayışında sadece
konvansiyonel hayatta kalma stratejisi çerçevesinde kalacaktır ve her bir üye
ülke kendini bildiği gibi kurtaracaktır. Ve benim AB’nin dünya ölçüsünde
liderliği konusundaki çekincelerim asıl bu anlamdadır ….Zira bu direkt olarak
Bulgaristan’ın durumunu ve kaderini etkileyecektir.
Çekincelerimi mukayeseli daha tek anlamlı ifade etmek
amacıyla “Ufuk 2020” Programının finanse edilmesinin ABD, Çin ve Japonya’nın
muadil programlarına nazaran uygun olup olmadığı konusunu yorumlamayacağım. Bu
anlamda AB’nin Gayri Safi Yurt İçi Hasılası’nın %1’nin Avrupa’nın dünyadaki
liderliğinin korunması ve sağlamlaştırılması gibi böyle bir jeostratejik
yatırım için yeterli olup olmadığı konusunda şüphe de ifade etmeyeceğim. Ancak
yine AB’nin liderliği bağlamında, belirli üye ülkelerin mali istikrarı ve
istihdam koşullarının oluşturulması için Birliğin bütçesinden harcanan
kaynakların etkinliğine değinmek istiyorum. Amaca yönelik yapılmalarına rağmen
bu yatırımlar hayatta kalma paradigmasında kalmaktadır ve kalkınmada
stratejik avantaj sağlanmasında kullanılmamaktadır. Bu vaziyet dönüşlü
düzeyde siyasi gerçeklik gücünde olan en az iki tür soru ve çekinceye işaret
etmektedir :
Birinci sırada,
bilimsel araştırmaların yeni
ürün ve hizmete dönüştürülmesi
amaç
için gerekli olan ilke bazında yeni kilit teknolojilerin oluşturulmasına dair
Avrupa bilimsel ve mühendislik potansiyelinin birleşmesinden hala çok uzaktır.
Tarihi planda Avrupa’nın liderliğini asıl bilim ve yeni
teknolojilere borçlu olduğunu hatırlatmak fuzuli olmayacaktır.
İkinci sırada,
Brüksel’in mali-iktisadi dünyadaki kriz hakkındaki
değerlendirmelerinin dünya ekonomisinde daha önce yaşanan buhran sarsıntılarına
benzetme olarak yapıldığı “duygusunu” hissediyorum. Dolayısıyla – krizden
çıkış/veya çıkışların aranması konvansiyonel düşünme veya hareket etme tarzı
çerçevesindedir. Tabi, krizler beşeri tekamülün doğal halidir. Ancak
değindiğimiz vakada krizden olumlu çıkış yolu arayışı AB’nin en az birkaç on
yıla ilişkin önden giden
kalkınma stratejisi seçimine eşdeğerdir.
Günümüzdeki krizin bir özelliği Küresel
dünyanın yeni gerçeklikleri ve bu arada henüz yazılmamış kuralları şartlarında
gelişiyor olması hususudur. Dünya hiçbir zaman bu kadar küresel ve dikey, yatay
ve sanal boyutta karşılıklı olarak bağımlı olmadı.
Fosil yakıtlara dayalı Karbon
ekonomisinin önceki gelişim
aşamalarında gelişmekte olan ülkeler krizlerden çıkış modellerini dünyanın
kapitalist merkezinde buluyormuş. Günümüzde durum tamamen farklı, zira taklit
etme epey tartışılır. Yükselişte bulunan ülkeler, örneğin Çin gibi,
hızlandırılmış modernleşme derecesinde bulunuyor, ancak Karbon çağı ufkunda.
İşte bundan dolayı aranan kalkınma modeli tamamen farklı bir yöndür.
Klasik batı örneğine uygun modernizasyonun sonucu
barizdir :
- sanayileşme /yeniden sanayileşme/, kitlesel üretim ve kitlesel tüketim: dünya kendini yok eden çevre felaketi ve topyekun enerji
bağımlılığı eşiğinde bulunmaktadır.
Bu
düşünceler ışığında krizden çıkış ile kalkınmaya dair stratejik yol seçimine
eşitlik işareti koyarsak, AB’nin liderliği Yeşil sanayi, Yenilenebilir enerji
kaynakları, enerjinin dönüşümüne ve muhafaza edilmesine ilişkin ilke olarak
yeni yöntemler, biyoteknolojiler, nanoteknolojiler ….vs alanında
gerçekleşmelidir, bunu da şartlı olarak Hidrojen ekonomisinde Liderlik olarak adlandırabiliriz. Başka bir deyişle Avrupa’nın Liderliği iki asır önce
Birinci sanayi devrimine ve Karbon ekonomisine ivme kazandırdığı gibi, ancak bir
sonraki sanayi devriminin ve yeni ekonominin parametrelerini belirleyebilmesi
durumunda anlam kazanır.
Krizin başında sanki insiyaki olarak krizden sonra dünyanın
farklı olacağını anlıyorduk ve burada duruyorduk. Bugün, nispeten daha emin bir
şekilde krizin Batı dünyasında çıkmasına ve gelişmesine yol
açan nedenlerin çok daha derin olduğunu iddia edebiliriz, zira insanoğlunun
Doğadaki konumunu ve insanoğlunun kendisine karşı ve farklılık ile ötekiliğe
karşı tavrını ilgilendiriyor. Кarbon ekonomisinin gelişim
ve medeniyet kavramlarına soru işareti koyarak ABD ile AB şahsındaki çağdaş kapitalist dünyanın
merkezinde gelişim sınırına yaklaştığı aşikardır. Eskimişe alternatifin
ve yeni ekonominin gelişmesine dair modelin yine bu merkezde ortaya çıkmasının
zaman meselesi olduğunu içtenlikle umut ediyorum.
Benim için Küresel krizin aynı zamanda paradigma
krizi ve kalkınma modelimizin krizi olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.
Modernite, modernleşme ve medeniyet düzeyine ilişkin tasavvurumuzun krizi,
gelişme yönümüze ilişkin anlayışımızın krizi. İşte bundan dolayı Küresel
siyasi çağ kendini nereye doğru gerçekleştireceği konusunda sarsılıyor ve
çırpınıyor. Her şeyden belli ki, bu meselelerin meselesi siyasiler
ve memurlar tarafından değil, inovasyon ve iktidarın kendini organize eden sistem olarak farklı nitelikte işlevsellik düzeyi hissine sahip mülhem girişimciler tarafından çözüme
kavuşturulacaktır.
Bu bağlamda bir kaç yıl öncesinde meşhur bir Amerikalı
finans uzmanı krizin piyasa ekonomisinin kendi kendini düzenlemesine
sınırsız imtiyazlar veren, ancak bunun yanlış olduğu anlaşılan neoliberalizme
olan inancımızın tali ürünü olduğu savını ortaya attı.
Sizleri piyasa dünyasının düzenlenmesi/serbestleşmesi
konusuyla uğraştırmak istemem. Ortaya koymak istediğim konu somut ve
pragmatiktir, yani : AB’de iktidarın kurumsal yapısı Birliğin etkin
entegrasyonuna uygun mudur?
Açıktır ki, AB ile üye ülkelerin İktidar sistemi uzun
süreli senkronizasyona, ancak bununla birlikte iktidarın her bir
düzeyine ilişkin özgürlük derecesinin eksiksiz olarak belirlenmesiyle birlikte “haklar
ve geri dönüş bağlantısı”na ilişkin yeni kurallara muhtaç olacaktır.
Halihazırdaki haliyle AB ile üye
ülkelerin iktidar sistemi temel kısmında idealleştirilmiş ulus
devletin iktidarının kurumsallaştırılmış yapılarıdır. Bu sistem en iyi
durumda “Soğuk savaş” döneminde ve Berlin duvarının yıkılmasından sonra
kusursuzlaştırılmıştır, ancak mahiyeti aynıdır. İşte asıl bu anlamda İktidar
sisteminin işlevsel yararlılığı konusunda sorunlu durum ortaya
çıkmaktadır. Bu sistem, güçlü devlet öznelerinin egemenliğinin güvenli olmayan
ve rekabetçi ortamda korunması amacıyla yapılandırılmıştır. İşte bundan dolayı
tasnifi altyapısı :
monolitik
birlik, kusursuz güvenlik, mükemmel yapılanma, katı merkeziyetçilik ve yetki
sıralaması, detaylı mevzuat düzenlemesi, hiyerarşik örgütleme vs’ye
dayanmaktadır.
Bu
iktidar sistemi Avrupa siyasi modernizm ideolojisine uygundur, bundan dolayı bir
ideal ulus devlet türümü gibidir. Ancak, 27 devletten ibaret birliğe
“hizmet” verebilir mi, hatta “Avrupa Birleşik Devletleri”nin kurulması fikrinin
ağırlığıyla ? Bence şüpheli! Zira bu hali ve tasnifi formatıyla bu İktidar
sistemi Tarih çağının muhtelif katmanlarını tahrik etmektedir, bu da
Birlik içerisindeki gerçek bütünleşme süreçlerine engel teşkil etmektedir.
Hatta bundan da ziyade, bu İktidar sistemi genel
siyasi iradeyi ve AB şahsında “Bütünün” hareket etme Özgürlüğünü zedeleyen
güncel Siyasi çağın belirli segmanlarının çoğalmasını belirli anlamda cesaretlendiriyor.
Zira üye ülkelerin İktidar sisteminin vektörleri ulusal fikrin enaniyeti
etrafında çökelmektedir. Ancak etnik milliyetçi vizyon farklılığı ve
ötekiliği onaylamadığı gibi, bazı sınır durumlarında “Bütünü” de kabul
etmemektedir.
Böyle
bir iddia kanıt gerektirmez. Yunanistan’da ve daha birkaç ülkedeki hadisenin gelişmesini
ve İngiltere’de gündeme gelmesi sözkonusu olan AB referandumunu hatırlatmak
yeterli. Bulgaristan
da, polis diktatörlüğüyle istisna teşkil etmiyor.
İktidar sisteminin konumuyla ilgili bu hususun AB
mimarları tarafından öngörüldüğü, bilinmesi gereken ilginç bir gerçektir.
İşte bundan dolayı Avrupa fikri vizyonunda İktidar
sisteminin öncü ilkesi merkeziyetçilik değil, bölgeciliktir.
Bu açıdan, “Bölgeler Avrupası”
stratejisinin gecikmiş gelişmesi AB’de kriz hadiselerine yol açan nedenlerin
bir kısmıdır.
Tecrübe bizi, AB’nin Küresel
dünyada Liderliğinin garanti edilmesi konusunda daha serbest bir şekilde
düşünmeye tahrik ettiyse, İktidar sisteminin hususlarında tedbir amaçlı tasnifi
değişim konusunda Siyasi çağın olgunlaştığını düşünebiliriz.
Bu „ masum“ hareket siyasi amaçların belirlenmesine ilişkin özgürlüğe
başka bir opsiyon oluşturabilir, buna paralel olarak da – girişimci
faaliyetlerin hareketlenmesi ve çok kültürel gerçekliklerin yasallaştırılmasına
da yol açabilir.
Bu bağlamdaki mantığın doğurduğu doğal mesele :
Avrupa manevi geleneği, güncel İktidar
sisteminin tasnif temelinin böyle bir “tedbir amaçlı” değişimine ilişkin
felsefi-kültürolojik zemine sahip midir, şeklindedir.
Evet, sahiptir. Avrupa manevi alanında her şey var, yeter ki ne aradığın
bileceksin ve gerçekliklerin kabul edilmesi için açık portallara sahip
olacaksın.
En kötü durumda Avrupa-Atlantik manevi alanda siyasi
modernizmin fikir, ilke ve uygulamalarının yeniden değerlendirilmesi ve yeniden
tanımlanması konusunda 40-50 yıllık gelenek mevcut. Bu hadisenin adı Postmodernizm.
Sizleri Postmodernizmin felsefesi ve uygulamalarıyla
uğraştırmak kongreye saygısızlık ifadesi olur. Tabi böyle bir şey mümkün değil.
Ancak aynı zamanda idealleştirilmiş ulus devletin sahip olduğu İktidar
sisteminin vektörlerinin AB’nin iktidar vektörlerinin gerekli hakimiyeti
açısından mevzubahis değişiminin nasıl görüneceğini göstermeye çalışmadan
edemeyeceğim :
Örneğin :
Ø
Modernizmin
monolitik birliği yerine – postmodernizmin bütünün ve kısımlarının
ahengi (yani beraberliği) ;
Ø
Devletin
kusursuz güvenliği yerine – kurumların özgürlüğü ve sorumluluğu ;
Ø
Devletin mükemmel yapılanması yerine – yurttaş
toplumuna verilen hizmette işlevsel etkinlik;
Ø
Faaliyetlerin
ve hizmetlerin katı merkeziyetçiliği yerine – sivil toplum sektörünün katılımıyla birlikte
yönetilebilen ademi merkeziyetçilik;
Ø
Piyasanın
devlet düzenlemesi yerine – rekabetçi serbestleştirme ve inovasyonların teşvik
edilmesi;
Ø
Piramit
şeklinde örgütsel yapılar yerine – sinerjik etkinliğe sahip kendi kendini düzenleyen sistemlerin teşvik edilmesi.
Ulus
devletlerin siyasi zümrelerinin Siyasi
modernizmin alternatifi olan İktidar sistemine neden ilgi duymadıklarını daha ilk bakıştan bile anlamaya
başlıyoruz?!
En genel perspektifte Modernizmin İktidar sisteminin
sahip olduğu tasnifi altyapı bana düşünme ve hareket etmeye dair siyasi
özgürlüğün iki boyutlu yüzey
opsiyonunda demirlenmiş gibi görünüyor.
Oysa Postmodernizm söylevi hologram gibi gerçeklikleri yönetiyor ve bundan dolayı “Bütün”
ile “kısımlar”ın AB’nin siyasi alanı ve çağında etkin etkileşimini gerekli
kılıyor.
Bunun dışında, tematik sunumun sonlandırılması açısından
önemli olan konu :
- Klasik kapitalizmin üst yapısı olarak siyasi modernizmin
iktidar sistemi daha çok Karbon çağının
ontolojisi ve mantığına uygundur.
Oysa Postmodernizmin iktidar sistemi ufukta belirmeye
başlayan Hidrojen ekonomisine daha uygundur.
Postmodernizm daha çok Bölgelerin AB’sine uygundur. Yani,
ulus devletlerin siyasi coğrafyasına nazaran AB’nin alternatifi olmayan
bütünleştirici özne olarak yerleşebileceği yegane temel coğrafya.
Ancak, köklü bürokratların düz algılamasında aşırı
şüphecilik ve şüphe uyandırsa bile, İktidar sisteminin bu iki optiği birbirinden
ayrı veya birbirini tamamlayan yaklaşım olarak çalışabilir.
Bürokratik sapmanın özellikle AB’nin öncelikli inovasyon
teknolojilerine yatırımlar konusunda sınırlanmasının “Ufuk 2020”de öngörüldüğü
dikkat çekmektedir.
Tabi, somut siyasi gerçeklikler tek anlamlı boyut ve
değerlemelere sahip değildir. Birkaç yıl önce AB’nin önde gelen siyasileri
tamamen serbest bir şekilde Avrupa siyasetinde çok kültürelliğin
başarısızlığını ilan ettiler. Görüşlerdeki bu kökten değişikliğin nedenleri
sadece AB’deki gelişmiş ülkelere doğru
yaşanan göç dalgaları ile açıklanamıyordu. Velev ki, Batı Avrupa liderlik
kalkınmasına ilişkin beklentilerini Doğu Avrupa’dan gelen göçebe
işçilerin hizmetlerinden yararlanmadan karşılaması oldukça zordur. Maalesef
bu sürecin gelişmesine dair bir vizyon olmadığı gibi, güncel planda düzenleme
kuralları da mevcut değil.
Her şeyden belli ki, bu süreç yeteri kadar uzun zaman
devam edecek ve doğurduğu gerçek sorunlar karşısında gözlerimizi sürekli
kapatamayız. Doğu Avrupa’dan göçebe işçilerin, özellikle Bulgaristan’dan
işçilerin, belirli bölgelere yerleşmeleri ve getto örneğine uygun kapalı
topluluklar oluşturmaları sık görülen bir uygulamadır. Bunlar genel olarak tarım,
inşaat ve hizmet sektörlerinde çalışan ağırlıklı olarak vasıfız veya düşük
kalifiyeli işçilerdir. Tabi, bir kısmı da Bulgaristan’da üniversite eğitimi
almış aranan uzmanlardır.
Bu konuya değiniyorum, zira bu konu bir yan konudan Hak
ve Özgürlükler Hareketi ve Avrupa Liberalleri karşısında duran temel konulardan
birisi haline geldi. Bana göre bunlar, AB’de çok kültürelliğin çok değerlilikli yaşantısının ilk
filizleridir. Ve liberallerin bu
sürecin en azından önümüzdeki yirmi yıl içerisinde yönetilmesi konusunda uzun
vadeli strateji oluşturma şansını kaçırmaları durumunda çok yazık olacak.
Daha iyi bir geçim arayışı süreci krizin sonucu ne olursa
olsun devam edecek. Zira “ortalama iş ücreti” düzeyindeki emeğin fiyatı
arasındaki farklar 3-4 misli daha yüksektir. Bazı durumlarda ise bu fark daha
da fazladır.
Göçebe geçinme sendromu hassaslaştırılmış kimlik üzerinde yoğunlaştırılmıştır. Çok kültürellikteki krizin sorunları da buradan başlıyor.
Özünde bu hadise çok kültürellikte krizin emaresi değildir, sosyokültürel
söyleve dahil edilmelerine dair modele sahip olmayan İktidar sisteminin
sorunudur. Bilakis, farklılığın ve ötekiliğin çekilebilmesi ve tahammül
edilmesi olarak hoşgörüye rağmen, İktidar sistemi temelli olarak ihraç
etme ve marjinalleştirmeye ayarlanmıştır. Muhtemelen göçebe işçilerin AB’deki
ev sahibi ülkelerin kültürel söylevine adapte olma kabiliyetlerinin düşük
seviyede olması çekebilirlik ve tahammül edebilme konularında daha düşük
seviyeleri provoke etmektedir. Ancak bu husus da dünyanın gelişmesine dair
liberal proje açısından gerçek bir problem teşkil etmektedir.
Saygıdeğer Bayanlar ve Baylar,
Delegeler ve konuklar!
AB’deki süreçlerin dinamikleri Bulgaristan açısından o
kadar önemlidir ki, ana doğrultuları konusunda bilgi sahibi değilsek AB
içerisindeki yerimiz ve rolümüz konusunda da bihaber olacağız.
Şimdiye kadar söylenenlere istinaden somut kalkınma
vizyon ve stratejilerine dair yeteri kadar doğru siyasi projeler
geliştirebiliriz.
Bulgaristan’ın ve ülkedeki tüm demokratik topluluğun BİRİNCİ
SORUNU Demokrasinin kesinlikle yeniden tesis edilmesidir!
Bu „ kesin zorunluluk “ değerlere
dayalı temelli gerekçeye sahiptir, yani : krizden çıkışın ülkenin ekonomik kalkınmasına dair
stratejiyle içten bağlı olması durumunda, Demokrasinin seçilmesi kalkınmaya dair medeni yolumuzdur. Bundan dolayı Demokrasinin alternatifi yok ve olamaz.
Bunun dışında bu stratejik seçim 23 yıl önce yapılmıştır.
Demokrasinin yeniden tesis edilmesinden daha önemli
hiçbir şey yok, tabi
bir milletin fiziki olarak hayatta kalabilmesi ikilemi ile karşı karşıya kalmadıysak. Ancak Tarih milletlerin fiziki olarak hayatta kalabilmesi
konusunda da insanoğlunun Majesteleri Demokrasi’den başka daha iyi bir
icadı olmadığını gösteriyor !
Demokrasi Batı
siyasi modernizmin eşi olmayan başarısıdır, ancak ulusal devletin meşru iktidarının mutlak mahiyeti de yine
onun ürünüdür.
Demokrasi , sosyal yapıların yönetimde temsil edilmesine ilişkin
seçim hukuku aracılığıyla mutlak
sınırsız gücün İktidar sisteminde ciddi atılım gerçekleştiren, ancak onu
Tarihten tamamen bertaraf etmeyen Yurttaş
toplumunun gücüdür. Buna
rağmen Yurttaş toplumu ulus devletin siyaset ve değer açısından karşı
savı konumuna sahiptir. Bu
bağlamda Demokrasi yurttaş toplumuyla devlet arasındaki iktidar ilişkilerinin
etkileşiminin sonuçsal ürünüdür (sonucudur) :
-
Yurttaş
toplumu güçlü ise, ulus
devlet bunu dikkate almakla kalmayıp, İktidar sistemini düzeltmek zorunda da
kalıyor ;
-
Yurttaş
toplumu zayıf ise, Demokrasinin Diktatörlükle değiştirilmesine ilişkin
şartlar ve ön koşullar objektif bir imkana dönüşmektedir.
Bir yurttaş toplumunun
güçlü olabilmesi için sosyal yapısının liberaller, sosyalistler,
muhafazakarlar vs gibi parti ve hareketlerde ilgili toplumun ve devletin
kalkınmasına dair ideoloji ve vizyonlarla birlikte uygun temsiliyete
sahip olması gerekir.
Bulgaristan’da bu tür
partilerin 400’e yakın olması, toplum yapısıyla parti görünümü arasında
uygunluk olmamasının kesin işaretidir. İdeolojilerin Siyasi piyasası bir
tek İktidar sistemine sabitlenmeleri amacıyla ve ulus devletin iktidar
enstrümanlarından kişisel olarak yararlanma trambolini olarak ölçülebilir.
Bulgaristan’ın en yeni
tarihinde “GERB hadisesi ve Boyko Borisov” muhtemelen yeni yeni analiz edilmeye
başlanacak. Özellikle : “Pazar ekonomisi ve Demokrasiye yaklaşık 20 yıl süren geçiş döneminden sonra neden devletin iktidar sistemi yer altı
dünyasından kimliği belli “uçan nesneler” tarafından kuşatıldı?” meselesi itibariyle
Sayın Bayanlar ve Baylar,
Değerli Demokrasi düşkünleri !
Müsaadenizle Demokrasinin Diktatörlükle
Değiştirilmesinin katarsisini yaşamış birisi olarak huzurunuzda
duygularımın paylaşmak istiyorum.
Demokrasi bir değerler sistemi olarak ebediyen
belirlenmiş objektif bir gerçeklik değildir.
Demokrasinin çok hassas olduğu ve sağlamlaştırılması ve
gelişmesi için sürekli itinaya muhtaç olduğu anlaşıldı.
Davranış modellerimizdeki atalet ve demokrasi
değerlerinin algılanmasındaki rutin yaklaşımımızın çok büyük manevi bedeli var.
Kafan o denli karışıyor ki, neler olduğunu bile izah
edemiyorsun kendine !
Ve neden hareketsiz durmuşsun her şey gözünün önünde
olurken?!
Ülkenin siyasi zümresinin bir kısmı olarak nelere izin
verdiğini algıladığın zaman, rasyonel bir izahat aramak yerine, daha çok
şaşırıyorsun. Çünkü neler olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlıyorsun.
Basının ve toplumun bir maçonun Kahraman-kurtarıcı olarak
davranışlarına nasıl tepki gösterdiğini görerek canın sıkılıyor, için
daralıyor….Ancak siyasi eylemsizlikten dolayı suçluluk duygusu seni teskin
etmiyor, daha deruni ve dikey olarak seni taciz ediyor….
Demokrasinin imkanlar yelpazesini bir kez daha yaşadıktan
sonra ve genel suç içerisindeki kendi üzerine düşen ve Diktatörlük olasılığını
bir gerçeğe dönüştüren payı idrak edince , artık bunun Demokrasinin en önemli
dersi olduğuna, ancak bir kez daha tekrarlanmaması
gerektiğine kanaat getirmeye hazırsın. Zira
bu derste sınıfta olmayan bir siyasetçi Demokrasinin bedelini bilemez. Böyle
bir siyasetçi rutinin ve ataletin kurbanı olmuştur …
Müthiş bir ders. Tekrarı olmayan, hatta dramatik. Diktatörler
temel değerlerden, siyasi
amaç belirlemeden ve ülkenin kalkınmasına dair stratejilerden anlamaz.
Ancak onlar İktidar sisteminin insiyaki gücünü ve aletlerini
bizden daha iyi hissediyor. Özellikle mikrofonu, kamerayı ve güç aletlerini.
Ve zorlama ve şantaj için işe yarayacak her şey.
İşini elinden
alabilirler, ancak sen kendini müteşekkir hissetmelisin.
İflasını sağlayabilirler ancak sen susmak ve korkmak zorundasın.
Çünkü ardından çok daha kötüsü de gelebilir.
Basını kullanarak sana öyle bir komplo hazırlayabilirler
ki, aynaya bakarak kendini tanıyamazsın.
Devleti de iflasa sürükleyebilirler, yeter ki bu iflas
kendilerinin hayatta kalmalarını ve güvenliklerini garanti etsin.
Ancak diktatörler, aynen bizim Kahraman-kurtarıcımız gibi
tuhaf insanlardır. Kamera karşısında ne kadar da kurumlu ve terbiyesiz
olsalar da, aynı derecede zamanın gelecek yönünde kararsız ve korkaktırlar.
Bunun için Hayatta kalabilme onların son derece ilgisini çekiyor. Hatta onu devletin
ve toplumun siyasi stratejisine dönüştürüyorlar.
Kahramanımız-Kurtarıcımızın temel seçim numarasının herhangi
bir program veya Bulgaristan’ın kalkınmasına dair model değil, “Bulgarların
hayatta kalabilme insiyakinin uyandırılması” olması tesadüf eseri değildir.
Tabi bu telkin mecburen sanal
Türk tehdidi ve Osmanlı’nın Balkanlar’daki kültürel mirasının ürünü
olarak HÖH ile alakalandırılmaktadır.
Buraya kadar iyi. Korku makinası “kendine özgü
eşkal ve görünüme” göre yapılandırılmış ve hareket ettirilmiştir. Ve makina hayatta
kalabilme insiyakinin uyandırılması için gerekli ürün olan Korku’yu üretmeye
başlıyor. Ancak her şeye rağmen, bizim Kahramanımız-Kurtarıcımız kendini
güvenli hissetmiyor, ikinci bir sigorta yapmak istiyor ve bundan dolayı dostane
bir şekilde Ankara’daki Türk meslektaşına hitap ederek elinden gelen her şeyle
kendisine yardımcı olmasını istemeye karar veriyor. Ve tabi Ankara’daki
meslektaşı olumlu cevap veriyor …
Ahlaki gerekçelerim olmasına rağmen dürüstlük nedeniyle
yabancı başbakanların davranışlarını yorumlamak istemiyorum.
Sadece okumayı
sevmediği için Tarihten hiç haberi olmayan bizim Kahramanımız-Kurtarıcımıza
hatırlatmak istiyorum, ki Tarihin güneşi altında yeni hiçbir şey yok. Bunun
için kendisi muhtemelen bilmiyor ki bu şekilde, Balkanlar tarihinde muadil
modelleri olan tuhaf ilişkilere giriyor…
Diktatörlerin mutlak iktidara olan hırsları sınırsızdır.
Onlar genelde seyircilerin beğenisini kazanabilmek için gösterişli ihtimamla
başlıyor. Zirvelerine popülizm ve Adalet konusunda demagojiyle ulaşıyor.
Ve sonunda kendilerinin yarattığı aynı iktidar makinasının
kurbanı oluyorlar.
Ancak yaptıkları
belalar o kadar büyük ki , yönettikleri dünyanın arkalarından
normalleştirilmesi için yıllar gerekiyor...
Örneğin :
-
Geçiş
dönemin başlamasından itibaren ilk defa ülkenin siyasi zümresi
“Demokrasinin koruma sistemi” konusunu anmaya başladı ;
-
İlk defa
“Seçmenlerin oyunun güvenliği” konusunda
değişik partilerin katılımıyla gerçek bir örgütlenme yapılıyor
;
-
İlk defa siyasiler İçişleri Bakanlığı ile ülkedeki basının bir
kısmı arasındaki işbirliğinin İktidar sisteminin Mesih zeminine
dönüşebileceğini ve Demokrasiyi Otoriter Diktatörlükle değiştirebileceğini
anlamaya başlıyor.
İşte bundan dolayı 2013 Parlamento Seçimlerinin temel
amacı Demokrasinin kurtarılması olmalıdır.
Seçim sonuçlarının kabul edilmemesi pahasına bile. Çünkü iktidardakiler tarafından tek başına kabul edilen seçim
kanunu açısından seçmen sayısını ne kadar olduğu önemli değil, oy
pusulalarının kim tarafından sayıldığı önemlidir.
Dikkatlerinizi üzerinde yoğunlaştırmak istediğim İKİNCİ
SORUN, krizden çıkış ve Bulgaristan’ın ekonomik kalkınmasına
dair stratejidir.
Demokrasinin yeniden tesis edilmesi krizden çıkış
yolunun şartı olarak ortaya atıldığı zaman, siyaset dilinde bunun anlamı çok
büyüktür. Her şeyden önce bu iddia Bulgar iş aleminin diz çöktüğü, güvenlik
ve girişimci motivasyonu olmadığı gerçeğini yansıtmaktadır. Önemli bir
şirketin gerçekçi yatırım niyetleriyle ufukta belirdiği anda Kahraman-Kurtarıcı’nın
Müdürlüğünden anında bir kuyruk oluştuğu ve formal iştirak için “ağladığı” veya
ilgili işe direkt olarak el konulması niyetiyle geldiği olayların sayısı çok fazla.
Durum o kadar vahim ki yabancı iş insanları 2013
Parlamento seçimlerinin sonuçlarını en az partiler kadar büyük ilgiyle
bekliyor. Muhtemelen güvenlikten mahrum yatırım ortamında direkt yatırımlar ve
gerçek ekonomik büyümeyi düşünmek iş dünyası açısından saf ve riskli olarak
değerlendiriliyor.
Bulgaristan’ın ekonomik durumu sadece kötü olmakla kalmıyor, durum çok berbat. Satın
alma paritesi açısından kişi başına Gayri Safi Yurt İçi Hasıla olarak sonuncu
sıradayız. Sıralamadaki birinci ülkeyle (Lüksemburg) Bulgaristan’ın olduğu
sonuncu ülke arasındaki fark yaklaşık 5,5 mislidir.
Gerçek ekonomik büyüme ülkenin muhtemelen daha birkaç yıl sürecek olan depresyonda
olduğu göstergelerini veriyor.
İşsizlik oranı artıyor ve artık %13’a ulaşmış durumda. Bulgaristan ölçülerine göre oldukça
etkileyici rakam olan yarım milyon işsiz.
Gelirler politikasında çalışanların ve emeklilerin nominal gelirlerinin
krizin başında azaltılması bir gaftır ve
bu gaf anlaşılan krizin sonucunu oldukça olumsuz etkileyecek. Bu basiretsiz
politika tüketimi ve büyüme imkanlarını felç etti.
Bunun dışında tahminler, planlama ve rapor arasındaki
çelişkilerin birkaç misli olduğu dikkat çekmektedir ve bu da merkezi
yönetimin krizden çıkış yolu arayışında yönetici ve uzman kapasitesinin
seviyesinin tam göstergesidir. Bu husus direkt olarak iktidardakilerin
ülkenin reel ekonomisini tanımadıkları ve gerçek manada boş durdukları anlamına
gelmektedir.
Hatta bunun da ötesinde, bu iktidarda krizden çıkış ile
hızlandırılmış yetişme mahiyetinde kalkınma stratejisi seçimi arasında eşitlik işareti koymak imkansızdır. Bu
husus İktidar sisteminin halihazırdaki statükosunun çalışan kalkınma
stratejisiyle ülkeyi krizden çıkarmaktan aciz olduğuna dair genel
değerlendirmeyi bir kez
daha teyit etmektedir. Basitçe, ülke ekonomisi kendi kaderine terk edilmiş.
Ülkenin temel iktidar özneleri ise kurdela keserek sevdiklerinin huşusunun tadını çıkararak belirsiz
düşmanları kandırmaktadır.
Bu bağlamda nispeten daha emin bir şekilde iddia
edebilirim ki Hak ve Özgürlükler Hareketi ülkenin kalkınmasına dair
stratejiye sahip ve bu stratejinin öncelikleri çok daha net bir şekilde tanımlanmıştır,
AB’nin kalkınma stratejileriyle ve ülkedeki değişik bölgelerin özelliklerine
uyumludur.
Bizim öncelikli yatırımlar
ve istihdam yaratılmasına ilişkin hazırlığımız oldukça daha büyük
boyutlardadır.
En
genel planda bu yatırımlar temiz çevre ortamı, biyotarım, modern saklama ve
işleme modülleri, rehabilitasyon ve tedavi turizmiyle ilgilidir.
Oldukça kısaltılmış haliyle
bu stratejik öncelikler : temiz enerji, biyo gıda ve sağlıktır.
Bu
ürünler ve hizmetler bile belli anlamda Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin merkezi
yönetimde yer alıp almayacağına bağlı değildir. Çünkü bu strateji bölgesel
doğal ve insani kaynaklara dayanmaktadır ve özellikle yerel yönetimin muhtelif
belediyelerde yatırım ve istihdama ilişkin sorumlulukta temel özne haline dönüşmelerine
dair yeni rolüne dayanmaktadır.
Dikkatlerinize
sunmak istediğim ÜÇÜNCÜ SORUN daha ziyade Avrupa liberal topluluğuna
yöneliktir. Güney-doğu Avrupa’da, yani Balkanlar’daki mevcut durum ve
etnik-dini azınlıkların perspektifleriyle ilgili mesele sözkonusu.
Balkan dünyası o kadar
spesifiktir ki, Avrupa’nın başka
bölgeleriyle oldukça şartlı bir şekilde mukayese
edilebilir.
Ana savım Bölgedeki
ülkelerin Avrupa’ya gerçek entegrasyonunda AB’ye “üye -ülke”, “aday-ülke” ve
“müzakere eden ülke” olarak değişik süratlerin Avrupa’nın mevcut
siyasi aleminde ekonomik ve sosyal kalkınmadaki değişik
süratleri çok fazla hatırlattığı doğrultusundadır. Ancak aynen AB’de
değişik süratlerde üye ülkeler arasında ekonomik gelişmeleri açısındaki
farklılık artmaya devam ettiği gibi, aynı şekilde Balkan ülkelerinin Avrupa
entegrasyonuna ilişkin değişik süratleri değişik etnik-dini azınlıklar
arasındaki değerler mesafesini arttırmaktadır. Ve bu Bölgesel ölçüde
olduğu gibi, ulusal devletler çerçevesinde de olmaktadır.
Açıktır, ki ekonomik kriz tarihi adalet duygusunu ve
Tarihi zamana ait muhtelif çöküntü arketiplerini katalize etmektedir.
Balkan savaşının 100. Yıl kutlamaları sırasında
tarafların adeta tamamının ihlal edilmiş tarihi adalet konusunda
kendi coğrafik sonuçlarına göre tek anlamlı tepki gösterdiğini
görmek beni tatsız bir şekilde şaşırtmıştı. Değişik tepkilerin panoramasına
uygun olarak azınlıklar genel bir görüşle kaybedilmiş alanlarda
kültürel mirasların tarihi aktifleri olarak gösterildi. Başka bir ifadeyle azınlık
algılaması olası taleplerin sunulması için “müre” alanındadır…
Bana göre, Avrupa liberalleri gerçek vizyona ve bu
süreçler konusunda uygun yönetim stratejisine sahip olmalıdır.
AB’nin Balkanları İstikrar ve Güvenlik Bölgesi
haline dönüştürmekten başka alternatifi yok. Ve bu konuda yapılanlar az değil.
Etnik-dini azınlıklara gelince, onlar Balkanlar’da Avrupai Beraberliğin
Jeneratörlerine dönüşebilir. Tabi her şey azınlıkların ulusal
devletlerdeki statüsüne bağlı.
Avrupa liberallerine yönelik önerim de bu bağlamdadır : AB’deki riskli azınlıklara ve
özellikle Güney-Doğu Avrupa ülkelerindeki azınlıklara “Avrupa azınlığı
statüsü” verilmesine ilişkin konsept gereklidir.
Eminim ki, Avrupa liberalleri AB’nin birliği ve gelişmesi
açısından son derece önemli olan bu azınlıklara dair stratejik formülü başarabilir.
Bunun dışında “Ufuk 2020” bağlamında “katılımcı,
yenilikçi ve güvenli toplumlar” yatırım kalemleri öngörülmektedir. Bu,
mücadele etmeye değer bir meydan okumadır. Çünkü Beraberlik Avrupa
fikrinin değerler şifresinde mevcuttur. Hak ve
Özgürlükler Hareketi’ne ise Brüksel ile
direkt iletişimde bulunması yakışıyor.
Yaklaşık altı ay önce Pazarcik davası kapsamında 12 imam
aleyhinde sunulan suç duyurusunu incelediğimde
irkildim. Onlar aynen benim 27 yıl önce, Totaliter rejim sırasında
yargılandığım devlet aleyhinde siyasi faaliyet suçlarını ihtiva eden Ceza
Kanunu’nun “Birinci Bölümü”nün maddeleriyle yargılanıyordu.
Ve en garip kısım da suç duyurusunun içeriğinde temel
argümanların Kuran-i Kerim metinlerinin daha farklı yorumunun ulusal
güvenliğin tehdit edilmesine yol açtığı varsayımının temelinde
uydurulmuş olmasıydı !?
İmkandan istifade ederek Avrupa liberallerine bu davayla
ilgili Dıblin’deki forum sırasında gösterdikleri anlayış ve desteklerinden
dolayı şükranlarımı sunmak istiyorum.
Bu tür hadiseler son derece tedirgin edici ve
tehlikelidir. Bu devletin
vatandaşlarının hak ve özgürlüklerine karşı keyfi davranışıdır.
Kişisel varoluş
anlamında olaylar öyle gelişti ki, 28 yıl önce hayatımın hakim parametrelerini
değiştirmek zorunda kaldım, zira Bulgaristan’da insan ve azınlık hak ve
özgürlüklerine karşı işlenen bu tür saldırılara karşı koymaya cüret ettim.
Bunun gerçek olmasının nedeni Özgürlük için mücadele
etmeye cesareti ve bilinci olan insanların var olmasıdır.
Bu insanların bir kısmı şu an bu salonda, aramızda .
İmkandan istifade ederek onları kutlamak istiyorum....
Ancak bu mücadele ileriye ancak Avrupa liberallerinin
ve AB kurumlarının direkt desteğiyle devam edebilir.
Bu Özgürlük mücadelesinde görüntümün dönüşümünün
tüm aşamalarından geçtim : gelecek vaat eden genç filosoftan – totaliter rejime karşı yasadışı direniş hareketinden –
siyasi mahpusa ve 23 yıl Bulgaristan’da Demokrasi’nin kurucularından
birisine kadar.
Ve tabi, ki bu durmak bilmeyen çalışmada, pozitiflerle
paralel olarak bir çok negatif de topladım: „lanet“ten „doğanlaştırma“ya kadar ve ülkedeki
siyasi gerçeklikleri „şeytanlaştırmaya“
kadar, ki bunlar liberal seçmen nişinin Bulgaristan’da
genişlemesine objektif olarak engel olmaktadır.
Birkaç zaman önce aydın bir bayan basına açıklamasında
espri yaptı : “Doğan gökyüzünün mavi olduğunu söylerse, muhtemelen bu da
negatif tepki yaratacak”. Ona tamamen katılıyorum. Örneğin benzer sıradan,
aşikar bir iddia uzayın Türk mavisine “doğanlaştırılması” teşebbüsü olarak
yorumlanabilir. Ve eminim ki, milliyetçi yanlısı kesimin bir kısmında bu iddia
dikiş tutabilir …
İşte bundan dolayı
Özgürlük savaşçıları serbest seçim hakkına sahip olmalıdır – haklar,
özgürlükler ve Demokrasi mücadelesinin baskı altındaki alanından
çekilip başkalarına bayrağı alabilme imkanını sağlamak üzere ….
Bunu, bu tür bir adımı atmanın gerekliliğini derin bir
şekilde idrak ederek yapıyorum. Özgürlüğün ve Hak ve Özgürlükler
Hareketi’nin gelişmesi adına!
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin profiline ilişkin yıpranmış kalıplar lider partisi
tipinde parti fikri etrafında dönüyor. Bu ancak bilgisizler
için gerçektir. Çünkü Hak ve Özgürlükler Hareketi bundan çok daha
fazlasıdır.
Benim rolüm Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin gelişmesi
için “ilk ivmeyi” sağlamadan ibaret olan hayatımın şansından ibarettir.
Beni bu misyona layık gördüğünüz için hepinize teşekkür
ediyorum…
“Birinci ivme”den sonra Hak ve Özgürlükler Hareketi
ile lideri karşılıklı olarak birbirlerini yaratmaya devam etti. Bu karmaşık
Karşılıklı gelişme simetrisi içerisinde Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin son 20
yıl içerisindeki başarılarının sırrının bir kısmı gizlidir. Beklentilerin
karşılıklı olarak konulması, belirlenmesi ve karşılanmasının konumlandırılması
İktidar sistemi standart anlamını yitirmektedir, zira İktidarın Özgürlük
olarak özü düzeyine yükselmektedir. İşte bundan dolayı Hak ve Özgürlükler
Hareketi ile lideri topluluğun kolektif vücudunun Özgürlüğe doğru gayretinin
ayna yansımasıdır.
Hak ve Özgürlükler Hareketi “benim diğer Ben”imdir, bunun için ondan bir yere ve bir şekilde kaçmam
mümkün değil. Bunu istemiyorum da. Çünkü Hak ve Özgürlükler Hareketi hayatımın
28 yılıdır …
Hak ve
Özgürlükler Hareketi davasına ve davasıyla bağlı kalıyorum.
Ancak Demokrasi’nin kolektif vücuduna daha yüksek
gelişme eşiği sağlamak için ortak çabalarla toplumun optiğini ve Hak ve
Özgürlükler Hareketi’nin ve liderinin imajlarını değiştirebiliriz.
Bu bağlamda on yıllardır beni onurlandırdığınız Güvenden
dolayı derin şükranlarımı sunmak istiyorum :
-
İşkence
görenlere, bir sonraki nesil için
daha fazla Özgürlük ve Güven ümidiyle hayatını riske attıkları için teşekkür
ediyorum;
-
Hak ve
Özgürlükler Hareketi’ni yaşam tarzları haline getiren gençlere teşekkür
ediyorum;
-
Avrupa
liberallerine destekten dolayı ve
birlikte yaşadığımız Beraberlik anlarından dolayı teşekkür ediyorum ;
-
Vicdanlarını Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin siyasi şifresiyle uyumlu hale getirmeyi başaran Türkiye Cumhuriyeti’ndeki göçmenlerimize teşekkür ediyorum;
-
Tüm rakiplerimize
bağışıklık sistemimizi yüksek seviyede
tutmaya yönelik gayretlerinden dolayı teşekkür ediyorum;
-
Ve her şeyden önce
tüm üye tabanımıza ve bakışının geometrisini ve anlamını değiştiren
seçmenlerimize teşekkür ediyorum.
İşte bundan dolayı Hak ve Özgürlükler Hareketi daha iyi
bir yaşam vizyonuna dönüştü. Parti olarak Hak ve Özgürlükler Hareketi
gelişigüzel yönetilemez, çünkü değerler matrisinin
temelinde bağımsızlık ve hareket etme özgürlüğü var. Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin seçmen
kitlesiyse çok özeldir : iktidardaki dengeler, herkesin güvenliği ve yaşam
vizyonu konusunda fevkalade hissetme kabiliyetine sahiptir.
Üç yıl önce Yedinci Olağan Genel Kongre’de böyle bir
gerekliliğin olgunlaştığı konusunu gündeme getirdiğimde bir çok kişi bunu şaka
olarak kabul etti.
Bu defa kararım kesin !
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin
Başkanı olarak Sayın Lütfi
Mestan’ın adaylığını öneriyorum.
Gerekçelerim :
-
Etkileyici
ve saygın parlamenter olarak gelişti ;
-
Hak ve
Özgürlükler Hareketi tarafından partinin en iyi kürsü konuşmacılarından birisi
olarak kabul edilmektedir ;
-
Dava
olarak güçlü Hak ve Özgürlükler Hareketi liberal şifresine sahiptir ;
-
Siyasetçi
olarak yaratıcı, vizyon sahibi hissetme kabiliyetine sahiptir;
-
Başka
siyasi partilerle diyaloga açıktır, ancak görüşlerinde de yeteri kadar
mücadelecidir ;
-
Durumu
değerlendirme ve siyasi karar alma konusunda büyük tecrübeye sahiptir ;
-
Son
olmamakla beraber, partinin bir sonraki başkanının Kırcali’den olması iyi olur.
Hak ve Özgürlükler Hareketi şahsındaki Bulgaristanlı liberaller
idrak edilen siyasi gereklilik durumunda parti başkanının nasıl
değiştirilmesi gerektiğini göstermelidir.
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin gelişmesinde Değişim ile Devamlılık arasında ahengi kuran model budur.
Sayın
delegeler ve konuklar !
Bu yıldan itibaren her yıl seçim yapılacağı beş yıllık
bir devreye giriyoruz. Bunun dışında Bulgaristan Devletçilik, Yurttaş
toplumu ve Demokrasi’nin temel değerlerinin daha etkin maddeleştirilmesinde
yeni değişiklikler evresine dahil olmaktadır.
Sayın Lütfi Mestan’ın desteklenmesi için tüm parti
tabanına çağrıda bulunuyorum. Hak ve Özgürlükler Hareketi Gençlik Teşkilatına ise önümüzdeki beş yıl içerisinde ve özellikle 2013
parlamento seçimlerinde liberalizmin öncü gücü olmasını temenni
ediyorum.
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin tüm üyelerine, tüm
seçmenlere ve partinin tüm tabanına şimdiye kadar Birlikte ulaştığımız
tüm başarılardan dolayı teşekkür ediyorum. Ancak bizim için en büyük meydan
okuması 2013 Parlamento seçimleridir.
Hepinize teşekkür ediyorum !
Size borçluyum !
4 yorum:
Ahmet Doğan bir Bulgar milliyetçisi gibi konuşmuş. Normalde Türk düşmanı Bulgarlar Erdoğan'la Borisov'un yakınlaşmasında rahatsız olur, çünkü Türkiye daha güçlü olduğu için Bulgaristan'ın taviz vermesinden rahatsız olurlar.
Ahmet Doğan bir Türkse niye Bulgaristan'ın taviz vermesinden rahatsız oluyor ki. Boyko Borisov, Recep Tayyip Erdoğan'la görüşmeseydi BNT'deki 10 dakikalık Türkçe haberler kapatılacaktı.
Erdoğan'la Boyko'nun güzel ilişkileri sayesinde Yambol'daki uyduruk ermeni soykırımı kararı iptal edildi. Ahmet Doğan, bunlardan rahatsız mı oluyor?
Bunu tercüme eden kişi ya Bulgar ya da Bulgarca biliyorum diye övünen biri. Yani bölelerine Bulgar özentisi denir.
Türkçede "Teşekkür ediYORum" denmez, "Teşekkür edERim" denir.
Bu tercümeyi türk enteligentsiasından (!) sofyada tercüme bürosu olan birileri yapmıştır. "Size borçluyum" demez İstanbul Türkçesi "Size minnettarım" der. .. Alıştık biz böyle tercümelere... Diyecekler ki, "Türkçe tercüme ettik daa ne isteesiniz. Size insan yaranamee becanım" ..
Bu ne biçim Türkçe yahu?
Публикуване на коментар