Hak ve Özgürlükler Hareketi Partisi lideri Ahmet Doğan’ın partinin 7. olağan genel kurulunda yaptığı konuşma

Share this history on :
Hak ve Özgürlükler Hareketi 7. Milli Konferansının sayın delegeleri,
Yurt içinden ve yabancı ülkelerden gelen değerli konuklar,
Ekselansları,

Siyasi açıdan bu rapor çok özeldir. Genelde olduğu gibi üç-dört yıllık bir dönemin raporu değil, sekiz yıllık faaliyetin raporudur. Zira HÖH ardarda iki defa ülke yönetimine katılmıştır.
Son onyıllığın ayrıntılı analizini bu formel nedenden başka, benzer yaklaşımı gerektiren geçici bir çerçeve daha mevcuttur. Demokrasiye ve piyasa ekonomisine Geçiş döneminden 20 yıl ve Hak ve Özgürlükler Hareketinin kuruluşundan 20 yıl geçmiştir.
En yeni tarihimizde- Geçiş dönemi tarihi, demokrasi tarihi ile bir sayılmaktadır. Bildiğimiz gibi, Geçiş dönemi, demokrasiye doğru katedilen yoldur, fakat henüz demokrasinin kendisi değildir.
Bu tür geçiş dönemlerinde politika geçmişle ve gelecekle canlı bağdır. Dahası. Politika, geçmişi tamamen inkar olduğu zaman bile, tarihle geleceğin vizyonu arasında birbirine bağı teşkil eden fonksiyondur.
Geçişin dönemi, Devletin ve Toplumun çeşitli alanlarında yaptığımız reformların ve günümüz sosyo-politik, ekonomik ve değerler alanındaki sonuçlarının tarihidir.
Başka bir deyişle, günümüzdeki sosyo-ekonomik ve tinsel durum, totaliter statükonun değişmesi için Vizyon olarak izlediğimiz amaçların, politika ve yasama önlemleri olarak kullandığımız araçların ve genel reformlar faaliyetimizde elde ettiğim sonuçların canlı sentezidir.
Eninde sonunda yirmi yıl içinde ulaşılan sonuçlar Geçiş dönemine genel değer verilmesinin bir gerekçesidir: başarılı veya başarısız, normal veya anormal: ağırlık, devamlılık, genel etkinlik, tinsel değer vb.
Herkes şunun farkındadır: Geçiş dönemi için böyle bir genel değerlendirme sürekli toplumda dolaşmaktadır: Geçiş dönemi çok ağırdı, uzun sürdü ve toplum çok yüksek bir fiyat ödedi. Pek tabii ki, bu değerlendirme, yirmi yıl boyunca Demokrasinin politik ve ekonomik temellerini kurmakta olan ülkenin tüm siyasi zümresine yöneliktir.
Kuşkusuz, Geçiş döneminin belirli bir amaca yönelik olmayan ve derinlemesine analiz yapması, bir politikacının işi değildir. Çünkü politikada her şey politikadır ve analizi yapanın özel politik menfaatine göre olayların ve olguların retrospektif yer değiştirmesi riski her zaman mevcuttur.
Hak ve Özgürlükler gibi liberal politika izleyen parti için önemli olan “Şimdi nereye?” sorusuna cevap vermesidir.
Bu, ilk bakışta basit soruda Geçiş döneminin bütün başarısızlıkları da, fakat aynı zamanda ülke gündemindeki en güncel sorunlar da birleşmektedir. Ve bu soru yalnızca HÖH’nin sorusu değildir, Devletin ve Toplumun büyük bir kısmının da sorunudur. Zira, NATO’ya ve Avrupa Birliğine üyeliğe kabul de, bu sürecin bir kısmı olarak, Toplumun ve Devletin transformasyondaki bir ölçüde tamamlanmış devresiyle bağlıdır.
“Peki şimdi nereye?” yalnızca bir sitem değil, Geçiş dönemiyle ilgili tüm politik eylemlere suçlama sorusudur.
Bu soru Toplumun yansıyan bir tepkisidir, çünkü günümüze doğru Demokrasi, Geçiş döneminin ilk yıllarında olduğu kadar kusurludur, yaralanabilirdir. Bu sorunun içeriği ve anlamı, geleceğin Milli Vizyonunun siyasi açığını açıkça göstermektedir. Varsın analitik optiğe dönüştürelim ve tüm Geçiş döneminin genelleştirilmiş politik görüntüsünü vermeye çalışalım.
Bu açıdan hemen dikkati çeken ise şoke edicidir: Dr. Jelev’in “nazik devrim” fikri ile, Yeni Anayasanın esas maddelerinde yer alan “Avrupa yolu” ile politik çoğulculukla, ifade özgürlüğü ile, insan hakları ve özgürlükleri konusunun ele alınmasıyla Devletin ve Toplumun sosyo-ekonomik yapısında politik reform genel hatlarıyla gerçekleştirilmektedir. Ve, ülkenin gelişmesine ilişkin Milli Vizyon gerekliliği bundan ibarettir.
Politik reformda Demokrasinin değerler temelinin yönleri de belirmektedir, fakat maalesef karışık ve kapsüle olmuş bir şekilde doğmaktadır ve gelişmesi sanki burada sona ermektedir.
1995’teki restitüsyon ve kitle özelleştirme ile birlikte, menfaatin paradigması belirmektedir ve bu Demokrasi için gerekli reformu, iki kutuplu modelin tarafları arasında iktidar mücadelesiyle değiştirmektedir, kısaca “komünizm-antikomünizm” dihotomisinde genelleştirilerek.
Bu iktidar mücadelesinde taraflardan her biri ya, partisinin (bizim örneğimizde sol parti) sosyo-ekonomik temelleri olarak statükonun ayrı unsurlarını korumaya çalışıyordu veyahut yine aynı amaçla yeni ekonomik yapılar yaratmaya gayret sarf ediyor (her şeyden önce Demokratik Güçler Birliği).
Bu anlamda, eski rejimin alternatifi olarak Sağcı proje diye adlandırılan projenin taktik amaçları ve ödevleri vardır, fakat toplumun geneldeki reformunun orta süreli ve uzun süreli amaçları yoktu. Bütün geçiş döneminde Bulgaristan, yeni Avrupa Atlantik koşullarında ülkenin gelişmesi için stratejik bir model olarak politik fikri motive eden gücüyle, gerçek anlamda sağcı projesi hiç bir zaman yoktu. (Şunu vurguluyorum- özel mülkiyet, piyasa ekonomisi ve rekabet ancak koşul ve araçtır, uzun stratejik amaç değildir.)
Solculara gelince durum farklı değildir. Geçiş döneminde Bulgaristan Sosyalist Partisi, ülkenin gelişmesine ilişkin sosyalist proje yaratamamıştır. Çeşitli programlarının okunuşu, ülkenin Milli gelişme vizyonu açısından daha çok sosyo-ekonomik statükoyu koruma veya biçimlenmesini geciktirme emelini göstermektedir. Biraz farklı olarak hep aynı şeyi tekrarlıyorlar: örneğin, vahşi kapitalizm koşullarında yoksulların daha yoksul olduklarını, zenginlerin daha varlıklı olduklarını vurguluyor.Ve geçiş döneminin sosyal fiyatını hafifletici girişimler teklif ediyorlar. Sosyal devlet miti ise, İskandinavya modelinin örneği ile tamamen yersiz bağlanmaktadır, bunun karşıtı olarak ise Latin Amerika modeli Bulgaristan’ın postkomünist piyasa “modeli”nin doğal gelişmesi olarak gösteriliyor ve bununla tehdit ediliyor.
Belizli bir tez yararına restrospektif kayma kuşkusu olmaması için milli konferansın delegelerine ve konuklarına o zamanlar üstün gelen sosyal görüşlerin belli başlı belirtilerini hatırlatmak istiyorum:
-Geçiş döneminin başlangıç aşamasında demokrasiden söz ediliyordu, fakat “kapitalizm” kavramı hala politik tabu idi. Bu rol genelde “ Sovyet perestroykası”na benzetiliyordu. Demokrasinin özel mülkiyet, piyasa ekonomisi ve rekabetle değişmeyen zararı, kavranmıyor ve kabul edilmiyordu, hatta aleyhinde ciddi tepkiler vardı. Demokrasi anlayışları başlıca serbest seçimler, BKP’nin iktidardan düşürülmesi, politik çoğulculuk ve söz özgürlüğünü içermekteydi.
Demokrasinin bu şekilde daraltılmış anlayışı, ülkedeki esas insan ve azınlıklar hakları ve özgürlükleri ile bağlıdır: haklar ve özgürlükler din inanışlarının özgürlüğü, Bulgaristanda Türk azınlığının zorunlu ad değiştirmesinden sonra eski adların yeniden tanınması ve ülkedeki totaliter rejimden baskı görenlerin yarım ağızla “tanınması”ndan ibarettir.
Fakat, insan hakları ve özgürlüklerinde demokrasi koşullarını sezmeyenler yalnız toplumun büyük kısmı değildir. Sağcılar da, Demokratik Güçler Birliği şahsında, bu konuda kesin bir anlayışa sahip değildi. Mesela Hak ve Özgürlükler Hareketinin “yuvarlak masa” görüşmelerine katılmasına imkan vermemişti. Bizim resmi talebimiz ise, o zamanki Demokratik Güçler Birliğinin yapısına dahil edilmemizdi ve bu talebimiz reddedilmişti, yanılmıyorsam o zamanlar sayısı 16 olan Demokratik Güçler Birliği’ne giren partilerden birine girmemiz tavsiye edilmişti.
Bu doğrultuda “Hak ve Özgürlükler projesi”nin doğuşu ve gelişmesi için bir şeyler söylenmesi yerinde olur.
Hak ve Özgürlükler Hareketi fikri sözüm ona Uyanış süreciyle birlikte doğdu, bu sürenin tezadı olarak ve rejimin yıkılmasından önceki yıllarda “silahsız direniş hareketi”nin çeşitli şekillerini yaşadı. İllegal direniş hareketinin doruğunu, 1989 Mayıs ayındaki olayların organize edilmesi teşkil ediyordu. Bu olaylar, Bulgaristan’da organize edilen en kapsamlı antikomünist girişimdi, 12 kurban verildi, çok sayıda katılımcı tutuklandı ve baskı gördü ve 360 binden fazla kişi zorunlu olarak Türkiye Cumhuriyetine kovuldu. Kuşkusuz 1989 Mayıs olayları , aynı yılın 10 Kasım tarihinde rejimin düşülmesini hızlandırmıştır. 22 Aralık 1989 tarihinde siyasi mahpusların kısmen affedilmesini iki hafta müteakip, yani 1990 yılının 04 Ocak günü Hak ve Özgürlükler Hareketi artık politik olgu idi.
İlkönceleri “HÖH projesi” etnik-dinsel özdeşlikle bağlı temel insan hakları ve özgürlüklerinin yenilenmesiyle ilgili idi. Ve HÖH’nin rolüne ilişkin vizyon bu soruna çözüm getirilmesiyle sona eriyordu. Bununla ilgili olarak, özerk politik özne olarak mı kalmalı veya merkezden sağda liberal partilerden birine mi girelim sorunu uzun süre tartışıldı. Fakat hayat, her zaman olduğu gibi bizim isteklerimizden ve tahminlerimizden daha güçlü çıktı.
Defalarca kendime şu soruyu yönelttim: HÖH olmasaydı Demokrasiye ve piyasa ekonomisine geçiş dönemi nasıl seyredecekti veya en azından, daha 90’lı yılların başlarında Demokratik Güçler Birliği’ne girmiş olsaydık nasıl seyredecekti? Bu sorulara günümüze kadar kesin bir cevabım yoktur. 20 yıl sonra da böyle olacak galiba.. Fakat emin olduğum bir şey var. Böyle olsaydı bugün HÖH, tüm geçiş döneminde üçüncü politik güç olarak 7. Milli Konferansını yapmayacaktı.
Oldukça güç restitüsyon değişiklikleri ve gecikmiş olan özelleştirilmenin gerçekleştirilmesi şekli, Toplumda güvensizlik ve haksızlık koşullarını yarattılar.
Özellikle kaydedilmesi gereken bir husus var- kamu sektörünün özelleştirilmesi, gerçekleşme şekline bakılmaksızın, yani kitle veya bonolarla özelleştirme (1995’te) ve 1997 yılından sonra kasa-piyasa şekli altında, parti firmalarının oluşturulması amacını izliyordu ve genelde parti özelleştirilmesi olarak gerçekleştirildi. Özelleştirme tam ifade edilmesi gerekirse, finans-ekonomik pekişme süreciydi ve ülkede demokratik gelişmenin ekonomik temelini yaratmanın zamanında ve efektif reformuyle hiç bir ilgisi yoktu. Öz medya ise, toplumun yeni sosyo-politik yapısında dördüncü iktidar olarak gelecek rolünü hissederek, konuyu ancak üstten belirtti, özelleştirmenin iki nesil Bulgar vatandaşının emeğinin yasal hırsızlığı olduğunu belirtti ve soruna son verildi. Bundan ötürü geçiş döneminin ilk 10 yılında ülke, ekonomik ve değerler açısından “bacakları açılmış” duruş durumundaydı.
Pek tabii ki, aslında Geçiş dönemi, bir sosyo-ekonomik sistemin diğerine transformasyonudur ve ekonomik ilkelerin ve tinsel değerlerin belirli bir süre nesnel belirsizliğini zorunlu olarak gerektirmektedir. Yıkıma mahkum edilmiş eski hala çalışıyorsa, yenisi ise güç ve ürkek ürkek adım atıyorsa, nesnel bulanık politik zaman yaratılmaktadır. Bulanık su ise, toplumun menfaatlerine çalışmamaktadır. Bir çıkmazlık, hukuki güçsüzlük ve günlük üzüntü ortamını yaratmaktadır. Toplum, moral bozukluğu uçurumunda bulunmakta ve bu, doğal durumuna dönüşmektedir. Gelecek için Vizyon yokluğu ise, ek olarak belirli sosyal durumun başka alternatifinin yokluğunu telkin etmektedir.
Ortak sofrada hepsinin maskara ve hırsız olduğundan, her şeyin mümkün olduğu izlenimi kalıcı olarak yaratılmaktadır. Bu gayet çok hassas sosyal duygusallık ortamında toplumun başlıca beklentileri, öcünü almak ve adalet hissinin yeniden başgöstermesi arayışına yöneliktir. Hatta, kanunun üstünlüğüne rağmen.
Bütün bu söylenenlere iki kutuplu modelin , ülkenin geleceğine mahsus Vizyonunun çeşitli alternatiflerini yaratacağı yerde, devamlı “düşmanın siması”nı ön plana çıkarıyordu, “kim kime”yi vurguladığını eklersek, Bulgar geçiş döneminin hareket ettirici güçleri hakkında hiç olmazsa basit bir fikir edinebileceğiz.
Dahası. İki kutuplu model koşullarında “komünizm-antikomünizm” karşıtı, ilk on yılda ülkenin gelişmesi için Milli Vizyonun yerini açıkça alıyordu. Hatta NATO ve Avrupa Birliği fikirleri bile, denebilir ki, bu ortamda gerçekleşti. En ilginç olanı, bundan hemen hemen yirmi yıl sonra, yani günümüze doğru, çift kutuplu modelin iki tarafı da, çeşitli şekilde düşmanın simasını Hak ve Özgürlükler Hareketi şahsında yapılandırdı.
Aslında, etnik iskambilin oyuna sokulması, tüm geçiş döneminde esas politik kozlardan biriydi. Fakat Avrupa Birliğine ve NATO’ya alınmamızdan önce , Hak ve Özgürlükler Hareketinin NATO ve Avrupa Birliği önünde Bulgar etnik modelinin barışçı geçiş döneminde ve milli uzlaşmadaki büyük hizmetinden ötürü bu durum gizlenmiş ve değişik şekilde gösterilmişti.
Ülkemiz NATO sisteminde ve sonraları Avrupa Birliği’nde kendisini daha güvenli hissettikten sonra, milliyetçilik patlak verdi ve Hak ve Özgürlükler Hareketi ile bağlı olan her şeye en çirkin kin ve çekimsizlik şeklinde kendini göstermeye başladı.
İki kutuplu model uzun zaman geçiş döneminin politik amblemiydi. Tahmin ediyorum Bulgar Geçiş döneminin araştırmacıları, tekamül ve gelişim olarak göstermeyi başarabileceklerdir.
Geçiş döneminde reel olarak tanınan politikalar açısından iki kutuplu model çalışma odasında kurulmuş ve politik ortama solcuların sağ salim kalmalarının politik senaryonu olarak ortaya çıkmıştır. Politik anlaşma olup olmadığını izah etme görevini tarihçilere ve analizler yapanlara bırakıyorum. Fakat bu politik fenomene tarihsel yaklaşım mutlak surette önemli bir soruya cevap getirmelidir: geçiş döneminin yeni ortaya çıkan politikacıları niçin kişiselleştirmeye yöneldiler de, kamu yapılarının politik yapısına yönelmediler? Zira aslında statükonun reel taşıyıcısıdır politik yapı.?!
İki kutuplu model koşullarında Hak ve Özgürlükler Hareketi, öngörülmeyen karakterdi ve bundan ötürü de senaryoda gereksiz politik özneydi. Çünkü politik dengeleyici rolünde, politik davranışın çeşitli birbirine karşıt modellerinin güç almasını engelliyordu.
Buna rağmen Hak ve Özgürlükler Hareketi, politik dengeleyici olarak sorumluluğun öznesidir. Hak ve Özgürlükler Hareketinin politik suçu, kendi liberal değerler sisteminde nerdeyse kapanmıştı ve her şeyden önce katkıda bulunuyor ve/veya gözetliyordu, “Jan modeli” (solcuların) –1994-97 ve İvan modeli (sağcıların 1997-2001 modeli) arasındaki mücadelenin sonucu için politik sorumluluğu üstlenmek üzere yeter derecede aktif olmadan. Çünkü daha o zamanlar bu modeller aynı olayın iki yüzü olarak başarıyla tanımlanmıştı, :” Vsya vlast sovetom!” (Tüm güçler sovyetlere) Ve öyle de oldu. “Jan olayı” “İvan –modeli”nde tekrarlandı, daha büyük özgürlük yerine bize Partilerin ve Devletin kumanda-idari teknolojisinin yenilenmiş şeklini sundu.
Tam o zaman değişikliklere gidildi. Milli Vizyon yerine popülizm fabrikası çalıştırıldı. Ve popülizm geleceğin Vizyonunun yerini aldı. Vizyon yerine – kvazi, yalancı modeller!
Politik rakkasın aşırı değişmesinin politik içeriğinde, gecikmiş ve saptırılmış olan parti özelleştirilmesi iç piyasanın biçimlenmesine ve gelişmesine, hele üretimin ve mal ve hizmet ticaretinin piyasa düzenlenmesine çok kötü yansıdı.Yasa dışı sektör kalıcı bir şekilde yerleşti ve uzun süre Bulgaristan’a müteahhitlik ve dış yatırımlar ilgisini engelliyordu. Cumhuriyet bütçesinin gelirler kısmında vergilerin, taksitlerin ve ek gümrük vergilerinin toplanması uzun zaman reel ekonominin tamamen idealize edilmiş tahminlerine dayanıyordu, çünkü uygulanan çifte muhasebe günlük pratiğe dönüştü.
Geçiş döneminin başlangıcından on yıl sonra, ülkenin üretim bazının % 99’dan çoğu 35-40 yıllıktı ve yabancı firmaların kuvvetli rekabetine dayanılması mümkün değildi. Açık piyasa ekonomisinin yeni kuralları ise himayeci politikayı imkansız kılıyordu. Günümüzde “yalnızca Bulgar malı satın alın” ifadesi oldukça safdil şekilde benimsenmektedir, fakat o zamanlar meydana yeni çıkan Bulgar müteahhidinin yardım sesi olarak çınlıyordu. Kendisi yurtseverlik hissi ile Bulgar ekonomisini kurtarmak istiyordu.
Stratejik yabancı yatırımcılarını beklemenin bu ortamında çar Simeon Sakskoburgotski ortaya çıktı.
Ülke milli güvenliğinin büyük sorunu, Bulgaristan’ın NATO’nun kolektif güvenlik sistemine hazırlanıp dahil edilmesi ile bağlıydı. Toplum açısından, Devletin bu hayati önem taşıyan sorununun tek yönlü anlamı yoktu ve büyük dalgalanmalar, tereddütler gösteriyordu. Örneğin, Kosova krizi sırasında izlenen politikaya toplumun olumlu yaklaşımı yalnızca yaklaşık % 30’du.
Buna rağmen, merkezin sağındaki politik yaşamın bir kısmı için NATO fikri belirli bir süre geleceğe dair milli Vizyon rolünü oynuyordu. NATO ile ilgili fikir, milli güvenlikten başka, Avrupa Atlantik topluluğuna saygınlıkla katılım anlamına da geliyordu ve ülkenin Dışarıdan kurtarıcısına ilişkin düşünceleri doğrudan doğruya veya dolaylı olarak onaylıyordu…

7’nci milli konferansın sayın konuk ve delegeleri,

Geçiş döneminin en hassas konularından bir tanesi AB’ne tam üyelik yolundaki 10 yıllık hazırlık sürecidir (1997 - 2007). NATO üyeliği fikrinden farklı olarak, Avrupa entegrasyonu fikri toplumun büyük kısmı tarafından benimseniyordu ve hatta nerdeyse tek anlamlı olarak benimseniyordu : sermaye akışı, devasa yatırımlar ve büyük fırsatlar anlamında. Hem de – otomatik olarak, hakkımız olan bir şey gibi, AB’ne üyeliğimizin doğal bir sonucu gibi : maaşlar, emeklilik maaşları, yüksek yaşam standardı vs.
“Avrupai” ile ilgili olan her şeye hissedilen tüm beklentiler o kadar kuvvetliydi ki, “demokrasi” ve “demokratik” ile ilgili olan “etiket” veya sıfatlar artık aşınmış ve içeriksiz olarak kabul ediliyordu. Bu vakanın açıklaması da ülkenin geleceğine dair milli vizyonun yokluğu ile ilgilidir. Açık veya üstü kapalı AB’ye tam üyeliğimize kadar (2007) Avrupa fikri geleceğe yönelik vizyon rolünü icra ediyordu.
Aslında AB fikri, milli tarih kapsamında her bir doğrultuda hızlandırılmış yetiştiren tekamül fırsatı olarak ülkemiz açısından gerekli çıkış yolu mahiyeti taşımaktadır.
Çarın geçiş döneminin gerçek politikasına dahil olmasıyla birlikte bu aşırı beklentiler, siyası özne – Mesih olarak majestelerinin şahsında kendi muadilini buldu. Çarın bu beklentileri belirsiz gelecekte değil, burada ve şimdi ve sadece 800 gün içinde gerçekleştirebileceği inancı oluştu.
Şüphesiz toplum çarın şahsında sadece Avrupa ile ortak coğrafya ve kültürel jenealojiyi değil, Avrupa tarihi ve Avrupa kimliği ile genetik bağını da görüyordu.
Çarın toplumun büyük kısmı üzerindeki etkisi o kadar kuvvetliydi ki, çar NATO fikri, Avrupa fikri ve ülkemizin halihazırda ve gelecekteki gerçek yaşamıyla ilgili olan her şeyin taşıyıcısı olmakla “yüklendi”. Tabi, buradan da İSUH-HÖH yönetimindeki sorunlar başladı.
Objektif olarak bakıldığı zaman Simeon Sakskoburggotski hükümeti elinden geleni yaptı. Tabi, toplumun beklentileri nerdeyse en azından ortalama Avrupa standardının parametreleriyle yaşamaya başlamakla ilgiliydi. Ancak bu beklentiler gerçekçi değildi, hatta yurttaş toplumunun ve devletin tekamülü açısından yıkıcıydı. Fakat hükümetin 2001 yılındaki hareket noktası ele alındıkları zaman kaydedilen başarılar son derece etkileyici :
Bir – İSUH-HÖH yönetimi (2001-2005) çift kutuplu modelin ve onunla ilgili olan toplumdaki siyasi davranışların çatışmacı modelinin gündemden kaldırılması ve bertaraf edilmesiyle başladı.
Miras olarak kalan siyası topluluktaki ana yaklaşımlar bir gereksinim olarak “Böl, karşı karşıya getir ve hükmet” ilkesiyle ilgiliydi. Çarın siyasi tarzı bir başka siyasi düşünme ve davranış modeli getirdi, yani : “dengele, birleştir ve yönet”. Fiiliyatta Bulgaristan’daki bu yeni siyası tarz ülkenin siyasi yaşamının tamamında politika yapmaya dair ana kuralların liberalleştirilmesinin gerçek başlangıcıydı.
İkinci olarak –
Eminim ki, bu iktidar çoğunluğunun koalisyon tecrübesine sahip olmasaydık, bir sonraki üçlü koalisyon mümkün değildi.
Üçüncü olarak –
Devletin yeni statüsü yatırım stratejisinin ana önceliklerinin yeniden tanımlanmasını gerektiriyordu. Ancak küçük ve orta boylu işletmelerin desteklenmesine dair yatırım fonlarına yönelik yenilikçi projelere rağmen, gerekli uzman ve idari kapasitenin eksikliğinden dolayı bu işletmeler askıda kaldı.
Dördüncü sırada -
Ancak, net olarak tanımlanmayan önceliklerden ve dolayısıyla ülkenin gelişmesine dair tam milli vizyonun mevcut olmamasından dolayı, orta sınıfa dair bu proje başlatıldı ancak sonuçlandırılmadan kaldı.
Fransız ihtilalinden sonra Yurttaş toplumu dayanıklı üretici-vergi mükellefleri toplamı mahiyetini almıştır. Bu anlamda yurttaş toplumu, kendi tekamülünde izafi bağımsızlık ve dayanıklılık eşiğine henüz ulaşamayan geçiş döneminin yeni sosyal yapısıdır. Ve bu durum Bulgaristan’daki geçiş döneminin en büyük sosyal-siyasi arızalarından birisidir.
Yurttaş toplumunun daha modern tarifi, insanların temel hak ve özgürlüklerini düşünen ve onlar için çalışan toplumun aktif kısmını da dahil etmektedir. Ancak bu olayların özünü değiştirmemektedir : Bulgaristan’da “çalışan” yurttaş toplumu mevcut değil, dolayısıyla geçiş dönemi sona ermemiştir ve devam ediyor. Demokrasi ve piyasa ekonomisinin muhtelif unsurları değişik gelişim düzeyindedir ve bundan dolayı bir bütün sosyal sistemin unsurları olarak çalışmaları zorlaştırılmaktadır. İktidardaki liberal çoğunluğun büyük hedefi Bulgaristan’da orta sınıfın gelişmesine yönelik koşulların yaratılmasıydı. Küçük ve orta boylu işletmelerin teşvik edilmesi vizyonu, yurttaş toplumunun gerçek iktisadi temelini oluşturmayı amaçlıyordu. Devlet, Bulgaristanlı müteşebbislere karşı tutumunda çifte standart uygulamaya son verdi ve çift kutuplu model zamanında olduğu gibi müteşebbislerin faaliyetlerine sürekli ebelik yapmaktan uzaklaştı. Devlet, faaliyet koşullarını yaratmaya yoğunlaştı, üretim veya ticaret faaliyetlerinin ise kendisi ise Bulgaristanlı müteşebbislere devredildi. Liberalizmin kurucularından birisinin başarılı deyimine göre, devlet ana işveren olarak çalışmaya son verdi ve başlıca olarak piyasa ekonomisinin gelişmesini gözetleyen "gece bekçisi"ne dönüştü. Siyasi piyasada yeni ve acayip bir siyasi ürün ortaya çıktı : düşünme tarzı, kültür, etkileşim ve sorumluluk olarak yeni bir siyasi formül. Liberal İSUH-HÖH koalisyonu, kuralları ve sorumlulukları net olarak belirlenmiş geçiş döneminin ilk gerçek koalisyonudur.
Her şeye rağmen, Simeon Sakskoburggotski hükümeti sırasında Bulgaristan’ın yatırım endeksi çok iyi parametrelere sahipti :
- GSYİH’nın yıllık artış ortalaması % 5’in üzerindeydi ;
- Dört yıllık iktidar döneminde ülkeye yaklaşık 28 milyar euro yatırım yapıldı, bunların yaklaşık 10 milyarlık euroluk kısmı direkt yabancı yatırımlardır, 18,5 milyarın üzerindeki kısmı da yerli yatırımlardır ;
- ancak ortalama çalışma maaşı iktidarın birinci senesine nazaran sadece % 35 oranında arttı ve bu artış toplumun aşırı beklentilerine kıyasla son derece yetersizdi.
Bu bağlamda tüm geçiş döneminin çok hassas bir konusunu gündeme getirmek istiyorum : milli vizyon ile iktidardakilerin iletişim stratejisi arasındaki karşılıklı bağlantı. Bir başka satıhta ise : iktidar ve muhalefet ile ülkenin siyasi alanında bireysel özne olarak basın arasındaki ilişkiler. Analiz yapabilmek için kim bilir ne kadar teoritik araçlar yelpazesi gerekmez. Geçiş döneminin fiili savlarını işaretlemek yeterlidir. Kastım Sakskoburggotski ve Stanişev hükümetlerine işaret ederek, onların milli vizyona olan tutumunu ve bu tutumun toplumun bilgi sahasında nasıl nesneleştiğini görmemiz yeterlidir. Böylece bir çok sorunun cevabını bulmuş olacağız.
Zira, son sekiz yıl içinde ülke yıllık ortalama %5,7 üzerinde GSYH artışına sahip gerçek bir ekonomik gelişme içindedir. Bu sekiz yıllık gelişim GSYH’nın, bütçe gelirlerinin, ortalama çalışma maaşının ve ortalama emeklilik maaşının 2 mislinin üzerinde artmasına yol açtı. 8 yıllık süre içinde yapılan yatırımlar ise Bulgaristan açısından etkileyici olan 76 milyar euroya ulaştı, bunlardan 31 milyar euroluk kısım direkt yabancı yatırımlar, 45 milyar euroluk kısım ise yerli yatırımlardır. Bizim iktisadi ortamımız bakımından bu rakamlar yakın perspektifte tekrarlanması mümkün görünmeyen gerçek bir yatırım patlaması mahiyetini taşımaktadır. Ancak tüm araştırmalar toplumun devlette yapılanlar konusunda bilgilendirilmediğini gösteriyor. Burada söz konusu olan açık ve net vizyonun eksikliğidir.
Tabi, birinci sırada ilgili hükümetlere ait iletişim stratejilerinin görev ve amaçlarının gerçek anlamda idrak edilmesi söz konusu değil. Zira, üretilen kolektif siyasi ürün uygun şekle getirilmek yerine, ilgili bakanlar kendi imajlarının oluşturulması amacıyla Halkla İlişkiler stratejileri tatbikatı yapıyor. Başka bir ifadeyle, vatandaşların genel bilgilendirilmesine yönelik iletişim stratejisi, operasyonel iktidarın bu veya şu faktörüne ait özel imaj bilimi haline dönüştü.
İkinci sırada, gelişmeye dair milli vizyonun mevcut olmamasından dolayı siyasiler durumu telafi etmek amacıyla gelişmeye ilişkin değişik sav ve model karışımları türetmeye başladı ve böylece gerekçi olmayan ilave beklentiler yaratıldı. Örneğin, klasik kapitalizmin ilkeleri pek fazla gayret sarf etmeden sanayi sonrası ve bilgi toplumuyla bir araya getiriliyor, elde edilen siyasi türlü güveç ise modernizm ve postmodernizimden gelişigüzel alınan ilkelerle ilaveten tatlandırılıyor. Ve neticede üreticilerinin bile anlayamadığı elde edilen belirsiz ürüne güncel olan “Avrupa değerleri” etiketi konuluyor. Ve sanki ülkenin gündemindeki ana soruları olan “ne yapılıyor” ve “ne yapılmalıdır” ? sorularına cevap vermekle olay sona eriyor.
Maalesef burada söz konusu olan sadece geleceğe yönelik milli vizyonun eksikliğinden kaynaklanan geçiş döneminin iletişim alanındaki yetersizliği değil. Ülkenin güncel gündemiyle ilgili olmayan geleceğe dair bu karışık tasavvurlar birikmekte ve derinleşmektedir. Ve sonunda bir taraftan insanlar arasında güven düzeyi ve diğer taraftan da insanların devlet kurumlarına güven düzeyi gibi deruni süreçlere yol açmaktadırlar. Bu güven ise yurttaş toplumunun ve demokrasinin sosyal sermayesidir. Ve her bir Bulgaristanlı siyasiyi etkileyen en üzücü olgu sosyal sermaye yapısındaki bu güven endeksinin en düşük düzeylerde olmasıdır, hem de sadece AB ile sınırı kalmamakla birlikte.
Güven düzeyinin bu kadar kritik düzeylerde olduğu bir toplum öngörülebilir davranış tarzına sahip değildir. Geçiş döneminin müşterek yaklaşımlarından birisi Toplumsal sözleşmenin kendisinde başlangıç olarak bir yanlışın varlığıdır.
Böyle bir toplumda her şey mümkün olmaktadır. Zira, burada kural "ben iyi olayım değildir" , kural "diğeri kötü olsun" şeklindedir. Böyle bir sosyal zeminde her bir kasıtlı telkin memnuniyetsizliğin adrenalini ve her doğrultudaki saldırganlığı provoke edebilir. Bundan dolayı geçiş döneminin en kaygılandırıcı ürünlerinden birisi olarak toplumun durumu için sorumluluk sadece ülkenin siyasi zümresine ait değildir.
İktidar, muhalefet ve basın arasındaki yıkıcı iletişimin daha kuvvetli örneği üçlü koalisyon konusudur. (BSP-İSUH-HÖH, Başbakan Sergey Stanişev 2005-2009).
Bilinen ve kabul edilen siyasi kriterlerin tamamına göre Stanişev hükümeti başarılı bir hükümettir. Ekonomik göstergelere göre ise bu hükümet geçiş döneminin en başarılı hükümetidir. Ancak buna rağmen toplumun verdi not bunun tamamen tersinedir. Neden ?
NATO’ya üyeliğimizden sonra (2004) ülkenin bir sonraki hedefi AB’ne tam ve gerçek üyelikti.
Liberal hat üzerinden gerçekleşen iyi derecedeki devamlılık, Katılım programının etkili ve somut hareket planına dönüşmesini garantiliyordu (devlet ve muhtelif kurum ve kuruluşlarının aksiyon planı olarak adlandırılan hareket planı). Bir buçuk yıl içinde, yani 1 Ocak 2007 yılına kadar tüm bakanlıkların aksiyon planları Bulgaristan’ın gelişmesine dair milli vizyon fonksiyonunu icra ediyordu. Problemler AB’ne gerçek anlamda üye olduktan sonra başladı. Zira, devlet Avrupa fonlarının kullanılması için gerekli uzman ve idari kapasiteye sahip değildi, ki bu da yine geleceğe yönelik vizyonla ilgilidir.
Genelde, Avrupa siyasi, ekonomik ve değerler sahasında çalışan bir geleceğe yönelik milli vizyonun ilk göstergesi, milli ekonominin net olarak tanımlanmış önceliklerinin var olması veya eksikliğidir. Eğer, birkaç öncelik yerine 10’a yakın öncelik sıralanırsa bu, gerçeklerden ve Avrupa piyasasının dinamiğinden oldukça uzak olduğumuz ve en önemlisi – öncelikleri ülkenin ekonomik sorunlarıyla karıştırdığımız anlamına gelmektedir.
Bunun aslında bir anlamı daha var : Avrupa pazarı sahasındaki yerimiz ve rolümüz konusunda vizyona sahip olmadığımız anlamına gelmektedir. Bu durumda 5-6 yıl sonra iç pazarımızın dış yatırımcıların istilasına uğradığını, Avrupa pazarındaki katılımımızın ise mesela sadece domates salçası ve kürdanla sınırlı kaldığını tespit edersek, bunun sorumluluğu açık piyasa ekonomisinin objektif ekonomi mantığına değil, tamamen bize aittir.
Vizyon eksikliği ve toplumun iktidar, muhalefet ve basın tarafından yıkıcı bir şekilde ışınlanmasının bir başka çarpıcı örneği de enerji sektöründeki önceliklerin yorumlanmasıdır.
Ve en garibi de şu ki, bu tartışmalar milli dava düzeyine yükselmişti. Oysa bu milli dava içerik olarak da, imalı anlam olarak da öz gelişimi amaçlayan kurulu enerji gücümüzün muhafaza edilmesini amaçlamıyordu. Bundan ziyade komşu ülkelerimizin zaman içerisinde Bulgaristan’a bağlı kalmalarının yollarını bulmayı amaçlıyordu.
Örneğin, Kozloduy Nükleer santralinin ilk dört reaktörünün kapatılmasıyla ilgili olarak 5-6 yıl boyunca yürütülen verimsiz, ancak vatanseverlik esaslı tartışmalara gerek yoktu. Reaktörlerin yeniden açılmasını veya para tazminatı talep etmek yerine, 7. ve 8. reaktörlerin kurulması veya devletin sahip olduğu su kaynaklarının yönetilmesi için de ihtiyaç duyduğu büyük hidroenerji projelerinin inşası için destek talep etmeliydik.
Belene Nükleer santralinin başlatılması, geleceğin enerji stratejisine dair net politikaların sunumundan ziyade 6 milyar euroluk vatanseverlik macerasıdır.
Güney-doğu Avrupa’nın enerji yöneticisi olduğumuz veya olacağımıza dair sürekli telkinler ise doğru olmamakla kalmayıp, bunun da ötesinde aptalcadır. Zira Bulgaristan yaklaşık 10 bin megavat kurulu enerji gücüne sahiptir ve bunlardan sadece 5-6 bin megavatı efektiftir. AB’nin kurulu enerji gücü 1.250 bin megavatın üzerindedir. Yani, Avrupa’nın kurulu enerji gücünden %0,5’iyle yönetici ülke olacağımızı tasavvur etmek, imkan ve kaynaklara dair yapılan gerçek değerlendirmesinden ziyade, bir gafletin ifadesidir. Aynı yöneticilik saplantısı “Nabuko” ve “Güney Akım” doğal gaz boru hatlarının fikir bazındaki projeleriyle ilgili de tekrarlandı. Bir kişinin AB’nin çalışan ve proje aşamasındaki doğal gaz transferlerinin haritasına bir göz atması, kim olduğumuzu ve ne için mücadele ettiğimizi anlaması bakımından yeterlidir.
Ülkenin enerji bakımından garanti edilmesine dair basit bir görüşün bile mevcut olmadığını gösteren en şık örnek de “İvan Kostov hükümeti” zamanındandır. O dönemde Bulgar tarafı Türkiye Cumhuriyetine giden doğal gaz boru hattının kapasitesinin arttırılması için son derece kabul edilemeyecek şartlar koydu. Rusya ile Türkiye Karadeniz altından “Mavi Akım” adını taşıyan direkt boru hattını kurmaya karar verince, dönemin Bulgar hükümeti bunu siyasi blöf olarak kabul etti. Günümüzde Mavi Akım boru hattından yıllık 14-15 milyar metre küp doğal gaz nakledilmektedir. Kısaca ifade edersek, neticede yönetici olmadığımız ortaya çıktı, ancak bunun da ötesinde ülkenin gelişmesi için gerekli enerji dengemizin de temin edilmediği anlaşıldı.
Üçlü koalisyonun liberal ve sosyal vektörlerin birleşmesinden ibaret olan siyasi felsefesi, Avrupa’nın koalisyon kurmaya ve koalisyon hedeflerinin belirlenmesine dair ilkeler konusundaki siyasi uygulamalarının en olumlu hususlarını bir araya getiriyordu. Üçlü koalisyon çok zor şartlarda oluşturuldu, zira karşı model ve stratejilerin birleştirilmesi gerekiyordu. Tabi, hükümetin içerisindeki dağılımın neden 8:5:3 formatında olduğu konusunda toplum içerisinde bugüne kadar bile aydınlanma söz konusu değil.
Koalisyon formatlarının demokratik dünyada temel uygulamalar olmasına rağmen, Bulgaristan’da "koalisyon" kelimesi mümkün olan en aşağılayıcı anlamı taşımaktadır – madrabazlık ve hainlik gibi. Böyle bir bilgi ortamında liberal-sosyal koalisyon çalışmaya başladı ve atılımlar yaptı - liberal vektörde yatırım sürecinin teşvik edilmesine dair yeni vergi politikalarıyla olduğu gibi, sosyal alanda da :
- GSYH artışı %6 sınırını geçti ve tüm iktidar dönemini kapsayacak dayanıklı gelişmeye dönüştü ;
- Ortalama çalışma maaşı yaklaşık % 60 oranında arttı, sosyal vektörde ise dikkate şayan ilerleme kaydedildi ;
- Yatırım endeksi tüm geçiş dönemi için rekor kırdı : toplam 48 milyar euroluk yatırım akışından, 21 milyar euronun üzerindeki kısım direkt yabancı yatırımlardır, 27 milyar euronun üzerindeki kısım ise yerli ekonomi öznelerinin eseridir. Buna rağmen seçmenler bunu anlamadı ve bunu takdir etmedi. Bu yıl içerisinde yapılan son genel seçimlerde BSP parlamentodaki varlığını 82 milletvekilinden 40 milletvekiline azalttı. İSUH parlamento yarışının dışında kaldı, HÖH ise parlamentodaki varlığını 34 milletvekilinden 38 milletvekiline arttırdı. Seçmen sayısı bakımından HÖH parlamento seçimleri için aldığı desteği 1 ile arttırdı, son 8 yıl için de yaklaşık % 80 ile arttırdı : 340 bin seçmenden 617 bin seçmene kadar.
Hepimiz biliyoruz ki, bu sonuçların siyasi açıdan deşifre edilmesi her bir partinin vazifesidir.
Kendi gelişmesi için strateji geliştirilmesi HÖH açısından son derece önemlidir. Ancak bunu "tek amaçlı proje" olarak gerçekleştirmek mümkün değil. Bunu bir tek geleceğe yönelik milli vizyon ve ona bağlı olarak ve AB’nin gelişmesine dair proje bağlamında gerçekleştirmek mümkündür. Milli Konferansın Sayın konuk ve delegeleri !
Şimdiye kadarki sunumumda umarım geleceğe yönelik vizyonun geçiş döneminin değişik siyasi durumlarındaki önemli rolünün en azından bir kısmının hatlarını çizmeye başarmışımdır. Eğer başardıysam, değişik sonuçlara varılabilir, örneğin sadece sezgisel düzeyde çalışmaya başlasa bile geleceğe yönelik vizyon çok önemli işler başarıyor. Zira, bunu "hisseden" ve başkalarına "ışınlayan" her bir siyasinin uygun veya ilerici politika yapması için en azından bir portalı daha açılmaktadır. Ancak Avrupa değerler sistemi sadece "sezgisel hissetmeye" güvenmiyor. Zira, sezgisel hissetme oldukça sübjektiftir ve rasyonel tanımlamaya elverişli değildir. Avrupa, sağduyunun üstünlüğü ve onunla ilgili olan ve toplumun temel değeri olan rasyonelliğin sayesinde geldiği yere gelmektedir. Belli bir anlamda sağduyunun ve sezginin coğrafik sınırları batıyı ve doğuyu ve dolayısıyla batının değerler sistemini ve doğunun değerler sistemini ayıran nispi hattır. ın kalkınmasına dair Avrupa projesine temasta bulunacak milli vizyonun temelinde yer alabilecek ilkelerin sadece bazılarıdır.

Evet, Birinci sırada – sadede gelerek, geleceğe yönelik yeni vizyon tüm siyasi zümrenin ve yurttaş toplumunun entelektüel kapasitesinin uzlaştırıcı siyasi projesidir. Ve bu özellikleriyle, toplumun ve devletin hedeflerinin belirlenmesini tasarlayan ve her bir önemli siyasi eylem açısından değerler motivasyonlu milli siyasi dava olarak "çalışmaya başlayan" Yeni toplumsal sözleşmedir;İkinci olarak – geleceğe yönelik yeni vizyon ülkenin her yönlü gelişmesine dair genişletilmiş fikir projesidir ve fiiliyatta ülkenin siyasi yelpazesinde merkez sağdaki siyasi güçlerin projelerinin olduğu gibi, merkez sol projelerinin sentez modelidir ;Üçüncü olarak – Geleceğe yönelik yeni vizyonun sentetik mahiyeti, Avrupa’nın piyasa ve değerler sahasının bağlamında vizyon içinde ekonomik önceliklerin gelişmesinin, sosyal yapı dinamiğinin ve toplumun değerler temelinin bulunması gerektiğinden ibarettir ;Dördüncü olarak – Geleceğe yönelik yeni vizyon milli gelişme modelini, milli menfaatler dinamiğini, milli öncelikleri ve gelişmelerine yönelik stratejiyi ve milli güvenlik doktrinini kapsayan bütünleştirilmiş bir tasavvurdur.
Geleceğe yönelik bu vizyon gelişmeye dair uzun vadeli ve tüm yönleri kapsayan bir görüştür ve önce sürüldüğü tarihi ana uygun olarak değişik süreye sahip olabilir : 15-20 veya daha çok yıl ;Beşinci olarak – Geleceğe yönelik yeni vizyonla canlı sosyal gerçekler arasındaki optimum mesafe, ana siyasi güçlerin ülkenin kalkınmasına dair geliştirdiği merkez sağ projesi veya merkez sol projesi gibi yönetim programlarının aracı fonksiyonlarıdır ;Altıncı olarak – Geleceğe yönelik yeni vizyon, ayrı aşama veya segmanların, iktidarda veya muhalefette olmaları fark etmeksizin, siyasi güçlerin geliştirdiği somut projelerinde nesneleştiği oranda değişir ve güncellenir ;Yedinci olarak - Geleceğe yönelik yeni vizyon, sadece sürekli geliştiği ve reform edildiği zaman siyasi ütopi değildir ve canlı kalkınma projesidir. Ve geleceğe yönelik yeni vizyonun Avrupai felsefi temeli aşağıdaki savların önkoşuludur :
- tatmin edilmiş her bir gereksinim, yeni ve daha büyük gereksinim doğurur ve daha yüksek sosyal beklentiye yol açar ;
- başarılmış her bir siyasi menfaat, genişletilmiş şekilde yeniden ortaya çıkar, ancak yurttaş toplumu da onu daha kapsamlı beklentiyle karşılar;
- gerçekleştirilmiş her bir siyasi fırsat, yeni fırsatlar ufku açar ve toplumsal beklentilerin daha yüksek sınırlarına önayak olur.
Çok kuvvetli, ancak tabi ki tek olmamakla beraber çalışan geleceğe yönelik yeni vizyon örnekleri : AB, ABD, Japonya, Çin, ve son on yıl içerisinde de – Rusya’dır.
Lakin, tabi ki, söylenenler henüz geleceğe yönelik yeni vizyon değildir ve Bulgaristan’
Özellikle belirtilmesi gerekir ki, Avrupa projesi geçiş döneminin daha ilk yıllarından itibaren ülkenin kamu alanında gerçek manada çalışmaya başladı. Ve siyasi yelpazenin yapılandırılması modeli olarak en hissedilir etki alman liberal (Friedrich Naumann), halk partisi (Adenauer) ve sosyalist (Ebert) vakıflarından geldi. Bu siyasi üçlüye Liberal Birliğin bir parçası olan yeşil partileri de ilave ettiğimiz zaman geçiş döneminin ilk yıllarındaki yapıyı belirleyici etkenler ve siyasi davranış modelleri hakkında fikir sahibi olabiliriz.Siyası alanın yapılandırılması son derece önemliydi. Özellikle Geçiş döneminin siyasi çoğulculuk konusunda geniş tabanlı başlangıç adımıyla başladığını ve kısa zaman zarfında 140 ila 150 arasında parti kurulduğunu dikkate aldığımızda. Günümüzde bildiğim kadarıyla kayıtlı partilerin sayısı 300’ü geçiyor. Ancak bunun artık hiçbir önemi yok.
Seminer ve müşterek aktiviteler kapsamındaki sürekli iletişim bizlere anlamdırılmış bir biçimde parti mensubiyetine bağlı olarak Avrupa siyasi tecrübesini, düzenini, hedefleri belirlemeyi ve en önemlisi : AB içindeki muadil siyasi partnerlerimizle işbirliğini sundu. Şüphesiz HÖH bakımından "Friedrich Naumann Özgürlük" vakfı siyasi partnerlik konusunda ekoldü. Ve şimdi bu gelenek gençlik kollarımızla devam ediyor.
Geçiş döneminde sosyal-ekonomi alanının yapılandırılması açısından ikinci önemli etken katılım öncesi Avrupa fonlarıdır ve Avrupa şirketlerinin tek başına gerçekleştirdikleri direkt yatırım projeleridir. Tabi, ki özellikle belirlenmiş ekonomik önceliklere yönlendirilmelerine dair hükümetin açık yatırım stratejisi olmadan.
Yapılandırmayı etkileyen bir sonraki faktörler kurumsal faktörler ve değerlere bağlı faktörlerdir. Müsaadenizle ben onları daha serbest bir şekilde ele alacağım.
Herhangi bir araştırmacı geçiş döneminin son on yılı kapsamında milli vizyonun yeri ve rolü konusunda bir analitik bir araştırma yapmaya kalkarsa eğer, katılım öncesi dönemden itibaren AB’ne tam üyeliğimize kadarki dönem içerisinde ve ondan sonraki dönemdeki yasama faaliyetlerimizi taraması yeterlidir.
Şu bir gerçektir ki, Bulgaristan parlamentosu ekonomi, sosyal ve adalet sistemleri ile ülkenin iç düzeni alanlarında Avrupa’nın hukuk normlarının transferinde son derece başarılı bir öğrencidir. Ancak bununla birlikte bizler bu normlara uyulmaması konusunda AB’nin en çok eleştirilen ülkesiyiz. Ulusal mevzuatın, tanım itibariyle ulusal mevzuata nazaran öncelikli olan Avrupa mevzuatına uyumlu hale getirilmesi parlamentoyu tam bir kanunlar serisini üretmeyen, sadece teyit eden teknoloji hattı haline getirdi. Ve bu "teknolojik hat" alternatifsiz mahiyete sahipti. Avrupa hukuk normlarından komple paneller parlamentoda tartışma yapılmadan ve idrak edilmeden, alışkanlık ve rölantide seyri gücüyle kabul ediliyordu.
Bizler, nesnelliği konusunda ne yasama, ne hayati, ne de kurumsal tecrübeye sahip olduğumuz kanunlar kabul ediyorduk. Ve bunun nedeni çok basit ve bariz. Kabul ediyorduk, çünkü kanunlarla düzenlenmesi gereken olgunlaşmış haldeki gerçekliklere sahip değildik. İşte bundan dolayı büyük bir kanunlar gurubu Bulgaristan’da çalışmaya başlayamadı. Yasama organı bakımından bu kanunların bir kısmı sanki sanal gerçekliklerdi. İşbu parlamenter davranış modeliyle bizler milli egemenliğimizi transfer ettik ve cevap olarak Avrupa perspektifini elde ettik.
Avrupa projesi
AB’ne üyelikle Bulgaristan çok mürekkep yapısı olan bir bütünün parçası haline geldi : ekonomik, sosyal, hukuki, değersel, tarihi ve manevi bakımdan.
AB’nin tüm avantaj ve yetersizlikleri, AB’nin tamamının, tüm parçalarıyla (27) ve tüm parçalarının AB’nin tamamıyla olan temelli ilişkilerinde saklıdır. Zira, Avrupa fikri ve Avrupa projesi olarak AB bugün olduğu gibi 27 ülkeden veya düşünce itibariyle olması gereken 35 ülkeden oluşan basit aritmetik bir toplam değildir. AB bu toplamdan çok daha büyük bir şeyi simgelemektedir ve varlığının anlamı da işte bunda gizlidir.
AB’ni devasa siyasi hologramla mukayese edersek, Parçaların Bütünü yansıttığı ve ifade ettiği oran, AB şahsındaki fonksiyonel bütünün parçaları içinde birleştirdiği orana eşit olmalıdır.
Avrupa projesinin jeostratejik hedefi çağdaş küresel dünyada birinci sınıf askeri-siyasi ve ekonomik oyuncu olmaktır.
Siyasi hologramın Avrupa projesinin gerçekleşme düzeyinin kriteri olması halinde, Birliğe üye değişik ülkelerin AB’nin temeldeki vizyonuna ulaşmakta değişik hızla hareket ettiği çok açıktır. Ancak ülkelerin hedef doğrultusundaki değişik hızları uygun bir anda Birliğin içten yeniden yapılandırılmasına yol açabilir.
Örneğin, yaşam standardına göre, Bulgaristan Avrupa’nın lider ülkelerinden 10 mislinde n fazla düşük hızla ilerliyor. Polonya’nın hızı Bulgaristan’ın hızından 3 misli daha yüksek, Çek Cumhuriyeti ise Bulgaristan’dan yaklaşık 5 misli daha hızlı hareket ediyor. Bu da ülkenin yer aldığı AB’nin en fakir ülkesi konumundan çıkması için hızını en az 3 misli arttırması gerektiği anlamına gelmektedir. Fiiliyatta şu ana kadar söylediklerimiz Bulgaristan’ın GSYH’sını üç misli arttırması gerektiği, yani yaklaşık 100 milyar euro sınırında olması gerektiği anlamına gelmektedir. Şu anda 33 milyar euro GSYH ve 274 euro ortalama çalışma maaşı düzeyindeyiz. İşte bundan dolayı ülkenin stratejik hedefi 100 milyar euro GSYH ve 10 bin euro ortalama yıllık çalışma maaşıdır. Ve bu durumda en önemli husus burada gelişigüzel yatırım akışı söz konusu değil, burada söz konusu olan GSYH ve ortalama çalışma maaşının ve aynı zamanda onlarla ilgili her şeyin radikal artışına yol açan etkili yatırımlardır.
Tabi, etkili yatırımlar ekonomik yatırımların net güzergahını ve geleceğe yönelik vizyonu gerektirmektedir. Bu örnek Avrupa projesinin gelişmesine dair vizyonun sorunlarından sadece bir tanesi.
AB’nin genişleme stratejisinin ekonomik ve değersel parametrelerini daha somut anlayabilmemiz için Türkiye Cumhuriyeti’nin bizden yaklaşık iki buçuk misli daha hızlı hareket ettiğini, ancak dünya ekonomik kalkınma sıralamasında 16.sırada yer aldığını bilmekte fayda var. Ve her şeyden belli ki 10-12 yıl içinde Türkiye ilk on ülke arasında veya ilk onun sınırında olacak. Güneydeki komşumuzun Avrupa projesindeki ağırlığı o denli büyük ki, Türkiye’nin genişleme stratejisine dahil edilmesi veya dahil edilmemesi AB’nin değersel profilini ve siyasi potansiyelini belirlemektedir. Ve AB Avrasya ve Rusya ile Türkiye şahsındaki iki belirleyici ülkeye yönelik net olarak tanımlanmış tutuma sahip değilse, Avrupa projesinin opsiyonları sadece ortak ekonomik Pazar ve Hıristiyan siyasi kulüp olacak ve bu kadar. Bulgaristan için o kadar önemlidir ki, bu projenin dinamiğini iyi kavrayamıyorsak seçmenlerimize ve ülkeye yararlı olmaya dair gerekli siyasi özgürlüğe sahip olamayacağız.
AB ülkelerinin Türkiye’nin Birliğe üyeliği konusundaki tavrı Avrupa’nın temelli değerler sistemini ve her şeyden ziyade Avrupa kimliği ve hoşgörüsünün tarihi temelini sınava tabi tutmaktadır.
20 yıl önce ülkelerin demokratik vizyonu açısından Bulgar-Türk ilişkilerinin öneminin altını çizmek için “Bulgaristan’ın Avrupa’ya giden yolunun Boğaz’dan geçtiğini” söylemiştin. Anlaşılan haklıymışım.
20 yıl sonra AB’nin kendine ve küresel dünyaya giden yolunun Çanakkale boğazından geçtiğini ilave etmek isterim.
Zira Çanakkale boğazındaki Çanakkale’de yeni hoşgörünün ve yeni Avrupa kimliğinin yeni tarihi matrisi mevcuttur : bu değerler ve kültürlerin sentezi felsefesidir. Ve yeni küresel çok kültürlü dünyanın kurtarılmasının kilidi ve çıkış yolu işte buradadır.
Bu durumda söz konusu olan sadece değerler ve kültürlerin basit "tahammülü" ve "hoşgörü"sü değildir. Burada söz konusu olan çağdaş küresel dünyada hoşgörüye, özgürlüğe ve sorumluluğa farklı gelişim opsiyonu sunan değerler ve kültürlerin gerekli etkileşimidir.
Sayın delege ve konuklar,
Objektif olarak bakıldığı zaman son yirmi yılda HÖH toplumda başarılı bir siyasi proje olarak yer kazandı.
Ancak bazen olumlu siyasi tecrübe de ciddi sorunlara yol açmaktadır, zira çok çabuk bir şekilde gelenek ve statüko gücüne sahip olan rölanti anına dönüşmektedir. Oysa bu olay HÖH gibi liberal bir partinin sürekli yenilenmesi ve reform edilmesi için çok ciddi bir engeldir.
Netice itibariyle değişik politikalar yürütmekteki verimlilik katsayısı Senin Kendi Açık dünyanı oluşturmakta bu dünyanın sana sunduğu fırsatları değerlendirebilmenle ölçülmektedir. Ve bu anlamda Gençlik örgütümüz geleceğe yaptığımız en büyük siyasi yatırımımızdır.
Bundan ziyade : sadece bir kez de olsa iktidarda olan her bir parti mecburen tamir ve reform edilmelidir. Ve eğer bunu yapmazsa bu parti olaylardan sonra yürüyecek, ki bu da partinin ülkenin müşterek süreçlerinin dinamiğinden artık geri kaldığının kesin bir kriteridir.
Bundan dolayı HÖH Bulgaristan’daki siyasi gerçeklikler ve AB’nin gelişmesine dair projesi bağlamında gerçek gelişme vizyonuna muhtaçtır.
İşte bu anlamda HÖH’ün ülke yönetimine katıldığı son sekiz yıllık dönemde partinin siyasi, idari ve uzman kapasitesinin her şeyi pozitif değildir. Bilakis. İktidarda yer almış olmamız bize ilgili bölgelerdeki seçmenlerin büyük kısmına hizmet ve itina etme doğrultusunda büyük fırsatlar verdi, ancak bununla birlikte partinin bağışıklık sisteminin kritik düzeyde düşmesine yol açtı. Yatırım projelerine kaptırmaya yönelik siyasi bir sendrom oluştu. Bu olay belediyeler arasında rekabete kadar gelişti – kim bölgesine daha çok yatırım çekebilir şeklinde. Tabi, bu kötü bir şey değil. Zira, netice itibariyle bir çok bölgede biz sıfırdan yola çıktık. Su tedariki, kanalizasyon, arıtma sistemleri, kentler arası karayolu altyapısı vs gibi projelerin yapımını ve gerçekleştirilmesini üstlenmek zorunda kaldık.
Ancak bu "yatırım faaliyetlerine" kaptırma olayıyla HÖH partisinin isminde kodlanmış partinin temelindeki değerler sistemi arka planda kaldı. Bir başka ifadeyle seçmenlere hizmet etme politikaları, insanların ve ülkedeki azınlıkların temel hak ve özgürlükleriyle ilgili olan politikaları marjinalleştirdi. Direkt olarak ifade etmemiz gerekirse menfaatlerin yatırım politikaları vatandaş değerlerlerinin politikalarını asimile etmeye başladı.
İktidar ve menfaat paradigmalarının dokundukları ve belirli tavra sahip oldukları her şeyi değiştirdikleri bilinen bir gerçektir. İktidar ve menfaat paradigmaları kişisel ve sosyal zamanın temporitmini de değiştirmektedir. İktidarda olduğun vakit zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsun, ancak yönetilenler açısından zaman yavaş ve acı çektirerek geçiyor. İktidar sinsidir, zira iktidarda olanlar için konforlu ayrı bir dünya yaratmaktadır ve bu dünya insanların ortak dünyasından çok farklıdır. Ve bir siyasi gücün müşterek sosyal zamandan geri kalması işte buradan başlıyor : gerçek şartlar seni solluyor ve sen çaresiz onların peşinde sürünmeye başlıyorsun. Bu da şu anlama gelmektedir ki, kendini kendi iç dünyanın mantığına kaptırmış olarak sen müşterek sosyal zamanı uykuda geçirmişsin ve onun dinamiğinden oldukça uzaklaşmışsın. Ve en önemlisi yaratıcı ve olayların öznesi olmaya dair yeteneğini kaybetmişsin. Zira, sosyal vakaları sollamak ve onları belirlemek yerine sen geride kalmışsın ve onların ardından yürüyorsun. Yani – siyasi olarak bir başka modele ve siyasi gerçekliklerin yapımcılığına dair başka bir mantığa itaat ediyorsun ?
İşte bundan dolayı Toplumun gerçek dünyasına inmeye muhtaç olduğumuzu idrak etmemiz son derece önemlidir..
Başarımızın çok büyük olduğu doğrudur. Ancak canlı hayatın otantik olarak algılanması için tıkanmış kanalları temizlemek için muhalefette olmamız gerektiği de bir gerçektir.
Seçmenlere ve Yüce Rabbime şükürler olsun ki bize muhalefette olma fırsatını verdi. Zira, aksi halde bitmiştik!
Özgür seçimlerin ve dinamik sosyal sistem olarak demokrasinin özü ve anlamı işte bundan ibarettir. Liberal portalların açık ise demokrasi sana her zaman bir fırsat daha veriyor, partinin bağışıklık sisteminin yenilenmesi zamanı olarak bile de olsa. İktidarın dayanıklı kalıplarının değişmesinin çok zor olduğunu anlıyorum. Ancak maalesef Churchill’in dediği gibi demokrasiden daha iyisi henüz bulunamamıştır.
Son yirmi yıl içinde diğer partiler soldan ve sağdan çift kutuplu siyasi modelce sabitleştirildiğinde HÖH siyasiler, uzmanlar ve idareciler zümresi oluşturmayı başardı. Bu zümrenin siyasi sonucu gençlik örgütümüzdür. Bu harika ve iddialı genç insanlar HÖH’ü kendilerinin Avrupa karması haline getirdiler :
- onlar için açık olmak ve açık bir dünyanın kurulması için çabalamak anlamdır;
- muhafaza edip geliştirmen için ilerici düşünce tarzına sahip olmak gerekliliktir;
- ve müteşebbis olmak, kişisel yaşamınla savunmak için, yaşam tarzıdır.
Ve bu da hareket halindeki en güçlü liberal genetik kod’tur. Ve bu anlamda HÖH’ün yirmi sonrasındaki gelişme projesinin yeni halidir.
Gençlik örgütümüz AB’nin Özgür, Hoşgörülü ve Sorumlu insanlardan oluşan Açık bir dünyaya dönüşmesine geniş bir şekilde açıktır. Ve en önemlisi de gençlerin geleceğin gerçek taşıyıcıları olmasıdır, bundan dolayı onlar AB’nin şimdiki statükosunun yer edinmesine değil, AB’nin geleceğine dair projenin gelişmesine aktif bir şekilde katılmalıdır.
Gençlerimizin AB projesinin sürekli güncelleşmesine aktif bir şekilde katılmaya kişisel olarak ilgi duymaktadır, zira bu onların geleceğidir. Ve liberal değerler kodlarının etkinlik kriteri, kişisel yetenek ve imkanlarının gerçekleştirilmesi için bu Açık Avrupa dünyasının yapılandırılmasına aktif olarak katılma başarısının ölçüsüdür.
Gençlerimiz hiç rahatsız olmadan sürekli yenilenen Avrupa projesinin eş yaratıcıları ve eş özneleri olmalıdırlar.

Bu bağlamda çok acı çekmiş siyasi bir tavsiyede bulunmak istiyorum : Kaderinizi günümüzün gerçeklikleri üzerinde belirlemeyin, kaderinizi dünyanın 20 sene sonraki hali üzerinde belirleyin. Şimdiki HÖH’e pek çok benziyorsanız emin olun ki işler iyi gitmiyor. Taklitçilik azami devamlılığın en etkili yoludur. Ancak bu şekilde kendi dünyanızı yapılandırmakta bireysel ve özgür olamayacaksınız. Ve dünyanızı kendinize ait 20 yıl sonrasına ilişkin vizyonunuza uygun olarak yapılandırmanız için bilgisayar becerilerinin kalıbında ve yabancı dil hazırlıklarında sınırlı kalmayıp çok bilgili olmalısınız.
Bilgisayar ve dil kendinizin Açık dünyanızın yapılandırılması için sadece şartlardır (aletler). Onlar amaç ve gelişme vizyonu değildir.
Bu dokunaklı siyasi düşünce tarzından sonra sizi tekrar başlamanız gereken hareket noktasına çevirmek istiyorum.
Son birkaç yıl içinde HÖH’e karşı konuşmalar Türklere karşı konuşmalara dönüştü ve tersi de geçerli. Şüphesiz ülkemiz için en uygunsuz çözüm çekememezlik, nefret ve Türk kimliği, kültürü ve tarihiyle ilgili olan her şeyle karşı karşıya gelmeye yol açan bu eğilimin devam etmesidir.
Bu eğilim genç insanlarda ülkenin demokratik süreçlerine katılmak amacıyla sadık Bulgaristan vatandaşı olduklarını peşin olarak kanıtlamaları için dayanıklı bir yaklaşım yaratmaktadır. Bunun yanlış bir strateji olduğunu söylemek az. Bundan ziyade : Bu devletin yarattığı ve azınlıklara sunduğu tehlikeli bir yaklaşımdır.Yeter o kadar!
Hoşgörü ve demokrasinin yeni bir sayfasını açalım. Ve hepimiz Büyük gerçeği kavramalıyız, başka çaremiz yok!
İşte bundan dolayı HÖH’ün önümüzdeki yirmi yıla ilişkin gelişim projesinde kimliğin korunması ve gelişmesiyle ilgili politikalar stratejik öncelik olmalıdır, zaman, alan, durum ve somut siyasi durum fark etmeksizin. Bu ilkeden geri atılacak adım HÖH projesinin değişmesi olarak algılanmalıdır. Zira HÖH’ün gelişmesine dair bu projenin siyasi önemi sadece Bulgaristanlı sınırlı kalmayacaktır. HÖH projesi AB’ne ve gelişmesine dair vizyonuna gereklidir. HÖH AB için bir gereksinimdir, zira kolektif insan haklarının dengelenmesi ve gelişmesine dair çalışan tek modeldir.
Sayın delege ve konuklar,
HÖH’ün gelişme projesinde bir lider parti olarak yer edinmesi hususu öngörülmemişti. Ancak maalesef bu siyasi bir olgudur. Metnin içinden çıkartılan sadece bir cümleyle başka partilerin seçim sonuçlarını etkileyebileceğim hiçbir zaman aklımın ucundan bile geçmemişti.
HÖH başkanı olarak ülkedeki tüm olumsuz vaka ve süreçlerin siyasi eklatörü haline döndüm. Bir şey söylediğim zaman kural olarak suçluyum, sessiz kaldığım zaman daha da suçluyum. Son iki yıl içerisindeki ana eğilim ise HÖH başkanının tüm geçiş döneminin sorumluluğunu taşıması gerektiği şeklindedir.
Devleti satıp talan eden insanlar ellerini HÖH ve başkanıyla yıkamak istiyor. Hepiniz biliyorsunuz ki doğa olarak filozofum, ruh olarak liberalim ve mizaç olarak mücadeleci – demokratım. Ve hiç kimse beni korkutamaz.
Ve bu düşünceler kapsamında karşımda çözmem gereken çok önemli bir mevzu var : ya ben tüm rejimler için apriori uygunsuzum, ya da siyasi sistemdeki fareler aynen hayatta olduğu gibi çok fazladır. HÖH fikri hayatımın yirmi beş yılını kapsıyor ve onu kurduğuma ve kendimi ona adadığıma pişman değilim. Bilakis, kimlik ilkelerinin doğal kanun hükmünde olduğunu anladım ve bundan dolayı size teşekkür ediyorum
Ancak velinin çocuğuyla ayrılması zamanı geliyor. Bu kaçınılmaz eylem için hazır olmadığınızı biliyorum. Ancak bunun olması gerekiyor. Şimdi mi , yoksa bir yıl sonra pek o kadar önemli değil. Ancak bunun olması gerekiyor.
Son genel seçimlerde toplum gerçekçi olmayan beklentiler ve ülkenin dıştan gelecek kurtarıcısı yerine gerçekleri seçti, ve bu demokrasi süreci açısından iyi bir gelişmedir.
Tabi, harici Mesihçilik hala dahili Mesihçiliğe dönüşmeye devam ediyor, ancak bu da demokrasinin mantığının bir parçasıdır.
Eminim ki, toplumun siyasi katarsise ihtiyacı var ve toplum bunu yaşamalıdır.
Tabi bu süreç tüm doğrultularda emekleyen önümüzdeki bunalımla ilgilidir : yönetim, iş, değerler, siyasi zümre, basın ve davranış modelleri...
Ancak bu aşama gereklidir ve yolun aşılması gerekir. Bulgaristan ne yapması gerektiğini ve ne beklemesi gerektiğini bilmelidir. Geri kalan her şey siyasilerin işidir. Yirmi yıllık dönüşüm döneminin bile en genel analizini yapabilmen için bu dönemi yaşaman lazım. Ben bunu tekrar yaşadım. Ve sanırım yol devam ediyor ve muhtemelen en zor anları henüz görmedik, onlar önümüzde.
Ve sözlerimin sonunda izin verirseniz kişisel planda hepinize hitap etmek istiyorum. HÖH "kan grubu", "kod", "matris" ve geleceğe yönelik vizyona dönüştü.
Hepinize en içten duygularla, kendinizde yaptığınız değişimlere rağmen kendinize benzemenizi diliyorum. Yine siz olmak için yeniden doğmak zorunda kalsanız bile!

Ahmed DOĞAN
12.12.2009

0 yorum:

Публикуване на коментар